Depresyon ve / veya maniye yatkınlığın fizyolojik bir bozukluğa bağlı olduğu eski Grek literatüründe geniş kabul görmüş, Aristo'nun "Problemata" kitabında ve Galen'in yazılarında tanımlanmıştır. Eski çağlarda uygulanan pek çok değişik tedavi türü, koşullar göz önüne alındığında, eşit derecede etkileyici özelliğe sahiptir. Doğal olarak akılcı tedavi yöntemlerini folklorik ya da popüler olanlardan her zaman ayırmak mümkün olamamaktadır. Bir başka deyişle, eski tapınaklarda uygulanan vahşi arındırma yöntemleri, kanatmalar, aniden soğuk suya atmalar gibi ilkel tedavi yöntemlerinden bazıları aslında şeytan kovucu amaçlarla değil, iyileşmenin gözlendiği modern ampirik tedavi yöntemleri olarak uygulanmaktaydılar. Mani ve depresyonun tedavisinde bunlar somatik tedaviler ya da psikoterapötik tedaviler olarak kabaca ayrımlanabilir. ilk sayılabilecekler arasında tarih öncesi dönemlerden beri bilinen "nepenthes" adlı morfin türevinin antidepresif amaçlı kullanımıdır. Bu belki de depresyonun kaydedilmiş en eski farmakolojik tedavisidir. "Şok" tedavisinin öncülleri de hemen hemen aynı çağlarda Lepkas adasında uygulanmıştır. iki yüz metre yüksekten rahiplerce denize atılan kişiler, yine sandallardaki rahipler tarafından kurtarılıyorlardı. Bu kişilerden çoğunun "iyileşmiş" olduğu kayıtlara geçmişse de, hangi mekanizmayla bu iyileşmenin oluştuğunu söyleyebilmek bugün bile güçtür. Bunlardan birkaç yüzyıl sonra M.S. 2. yy'da Soranus Epheisos'un mani tedavisi için atağın akut ya da kronik oluşuna göre diyet, flebotomi, lavman, kusturma, enerjik masaj, güneşlenme, ısıtma tedavisi uyguladığı ve "alkali kaynak sularının içilmesini" önerdiği bilinmektedir. Biz bugün alkali kaynak sularının lityum içermekte olduğunu biliyoruz. Bu tedavileri ilginç kılan bir başka yan da tedavinin kişiselleştirilmiş olmasıdır. Bilişsel şemaların kullanımı, duyguların ve acının yaşanmasının öğretilmesi, kişilerarası ilişkilerin geliştirilmesi, özgüven ve narsisistik zedelenebilirliğin vurgulanması yanı sıra müzik, uğraşı, oyun, sanat tedavisi ve geziler önerilen tedavi yöntemleriydi.
Bu sıralarda eski Çin'de manik ve eksite hastaların tüm "tuhaf" davranışlarını dışa vurmalarına izin veriliyor ve bunun kişinin içinde var olan olumlu duyguları harekete geçireceğine inanılıyordu. Batının Hipokrat-Galen tarzı düşünce sistemi, doğunun Çin'de Türk ve Arap dünyasında ibni Sina ile doruğa çıkan yaklaşımının etkileri sayılmazsa, pek değişikliğe uğramadan ortaçağa kadar devam etti. 16. yy'da bir yanda çalışmalarını hayatıyla ödeyen Vesalius ilk anatomik disseksiyonu gerçekleştirirken, öte yanda karanlık ortaçağ düşüncesi Hipokrat'ın da gerisine düşerek bu hastalıkların kökeninin "spiritüel" olduğunu iddia etmeyi sürdürdü. Onlara göre hasta olan kişiler "şeytana tutulmuşlardı". Oysa, bu yıllarda doğu tıbbı hastalarını insanca yöntemlerle tedavi etmekteydi.
Vesalius'u izleyen Plater, klinikoanatomik çalışmalarını isviçre akıl hastanelerinde sürdürdü ve içinde çeşitli altgrupları barındıran "mentis alienato" adlı geniş hastalık grubunu tanımladı. Plater, ilk kez merkezi sinir sisteminin psikiyatrik tablolardan sorumlu organ olduğunu savundu. 16-17.yy çalışmalarını en iyi tanımlayan ifade, depresyonun etiyolojisi konusunda Vesalius'un "Melankoli beyin ya da bir başka organın tümöründen kaynaklanmaktadır" görüşüdür. Çin'de ise 14.yy ile 20.yy arasını kapsayan geniş dönem içinde depresyonun etiyolojisi ile ilgili olarak, "yaşamsal hava dolaşımında bozulma, aşırı yas ve hastanın kontrol edemediği çaresizlik durumları" tanımlanmıştır. Yalnızca tıbbi yayınlarda değil, edebi metinlerde de depresyon ve maninin sebepleri üzerine çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Burton'ın 1621'de yayınladığı "Melankolinin Anatomisi" adlı üç bölümlük eserinin ilk bölümü melankoli patogenezini sorgulamakta ve "aşırı hırs, dini etkenler, beslenme özellikleri ve beynin bozuklukları" gibi kavramları ortaya atmaktadır. Tedaviyle ilgili ikinci bölümde spiritüel, fiziksel ve sosyoekonomik tedavi yöntemlerinden, üçüncü bölümde ise "aşk melankolisi"nin türlerinden söz etmektedir. Burton kitabında bugünkü bilgilerimize çok yakın olarak depresyondaki ana temaların hüzün, korku ve kaygı olduğunu anlatmakta, fakat suçluluk duygularından çok az söz etmektedir.
Bu çağlarda hakim olan anlayış, 17.yy da Willis'in "depresyonun bu sıvıların 'salnifikasyonuna', yani aşırı tuzlanmasına bağlı olduğunu" söylemesi örneğindeki gibi, yine de Galenik görüşlerin uzantısı olacak şekilde vücuttaki sıvı dağılımı ya da bileşimiyle ilgiliydi. 18.yy'da Newton ve Bellini'nin kuramları tıbbi açıklamaları da mekanikleştirdi. O yıllarda Pitcairn, Hoffmann gibi bilim adamları depresyonu dinamik mikropartiküller, hidrodinamik ilkeler, kan-lenf-sinir sıvısının dolaşımında bozulma ile açıklarlarken, Cullen "sinir sıvısının düzensiz hareketinin belki de elektriksel bir yolla melankoli sebebi" olduğunu savunuyordu. Tüm bu gelişmelere karşın yapılan tedaviler hala Galenik dönemdekilerden farklı değildi, ve öncekilere ek olarak yalnızca belladonna, anagallis, datura stramonium, fosfor ve arsenik gibi ilaç tedavileri gündeme gelmişti. Patogenetik kuramların yanı sıra sınıflandırmaya yönelik kaygılar da bu yıllarda artmıştı. 19. yy Pinel, Esquirol, Falret, Baillarger, Mendel ve Kreapelin'in katkılarıyla mani ve depresyon bugün bilinen kavramlarına çok yaklaşmış oldu. 20. yy Meyers, Freud, Adler, Abraham, Bowlby, Rado, Jacobsen'in katkıları yanında biyolojik olarak da, bugün çoğu hayatta olan araştırmacılar ve birkaç yıl önce aramızdan ayrılan Winokur'un çalışmalarıyla şekillendi.
19 ve 20. yy lar "Duygudurum Bozuklukları" nın şekillenmesinde oynadıkları rol nedeniyle önemlidirler. Hem daha çok yazılı eser bulunması, hem teknolojik gelişmeler hem de biyolojik tedavide kaydedilen tartışmasız ilerlemeler nedeniyle bu dönem psikiyatrinin "medikalleşmesi"nin hızlanması ve ilaç tedavisi kavramının gelişerek pekişmesi açısından önem taşımaktadır. Modern anlamda "organik hastalık" kavramı 1822'de Bayle'nin hastalarda 'kronik araknoidit'i tarif etmesiyle ilk kez ortaya çıkmıştır. Psikiyatrik belirtilerle giden ve sonraları 'paralizi jeneral' adını alan bu hastalık, ilk tanımlanan organik psikiyatrik hastalık olarak tarihe geçmiştir. Tüm psikiyatri tarihi göz önüne alındığında, psikiyatrik hastalıkların tamamı için son iki yüzyılın ama özellikle de henüz bitirdiğimiz yüzyılın önemi çok büyüktür. Tanı ve tedaviyle ilgili görüşler ve gelişmeler neredeyse insanın dünyada varolduğu günden beri bilinen "mani" ve "melankoli" kavramlarını kökten değiştirmiştir. Nitekim o yıllarda kullanılan ve bakıldığında bugünkü kavramlara çok yakın görünen tanımlamaların 20. yy tanımlarıyla hiç ilgisi yoktur. Örneğin, Arateus her iki hastalığın aynı klinik antite olduğunu ve aynı kişide gözüktüklerini söylerken, bunların birbirinin karşıtı iki kutup olduğuna değinmemiş, tanımlar davranışın abartılı olmasıyla sınırlı kalmış, içerik çok da söz konusu edilmemiştir. Sözgelimi mani tamamen delilik karşılığı olarak kullanılmış, öfke, agresyon, eksitasyon ve kontrol kaybı öne çıkarılmıştır. Böylece katatonik davranış, alkol ve madde kullanımı, her türlü davranış bozukluğu ve deliryum tabloları da bu başlık altına alınmıştır. Cullen 1927'de maniyi "insania universalis", yani "evrensel delilik" olarak tarif etmiş ve "mentalis, corporea ve obscura" adlı üç etiyolojik alt tip tanımlamıştır. ilk çağlarda maninin bir alt tipi olarak tanımlanan melankoli ise hareketin yavaşladığı tüm hastalıkları içine alacak denli geniş tutulmuştur. Ortaçağa doğru melankoliye "nostalji" kavramının eklenmesi, humoral bozukluk kavramına yeni açılımlar getirmiştir. 19. yy yeni bir hastalık kavramının, yani "klinik-anatomik bakış açısı" nın geliştiği yüzyıldır. Anatomik lezyonların bir hastalık sebebi olabileceği düşüncesi beraberinde ortak bir dil kullanma zorunluluğunu da ortaya çıkardı. Ortak dil bulma, yani sınıflandırma girişimleri de, "delilik" davranışına birbirinden ayrı, olabildiğince değişmez özellikleri olan alt parçaları olabileceği düşüncesiyle bakılmasına sebep oldu. 18.yy sonlarına kadar Hobbes'dan beri Avrupa'da temel kuram olan "bağlantıcılık ve bağlantı psikolojisi" yerini Kant ve Stewart'ın başını çektiği "fakülte psikolojisi" ne bıraktı. Pinel ve çağdaşları da bağlantıcılığı terk ederek fakülte psikolojisine döndüler. Böylece günümüzde de etkisini hala sürdüren 19. yy'ın ilk temel sınıflandırması ortaya çıkmış oldu. Buna göre zihinsel işlevler "zeka ile ilgili (entellektüel), duygularla ilgili (emosyonel) ve istençle ilgili (volisyonel)" olarak üç fakülteye ayrılıyorlardı. ilk grubun Şizofreni ve Paranoyanın, ikinci grubun Duygudurum Bozukluklarının, üçüncü grubun da Psikopatinin öncülleri olduğu sonraları Berrios tarafından yazılmıştır. Buradan da anlaşıldığı gibi sınıflandırma Linneus'un klasik tarzından çıkıp daha ampirik bir düzleme oturmuştur. Bu düzlemde belirtilerin birbiriyle kıyaslanması, dağılım sıklığı yanı sıra etiyolojik tartışmalar yer almaktadır. Yüzyılın sonlarına doğru hastalıkların "zaman boyutu" da bunlara eklenmiştir. Doğal olarak bu yaklaşım "organik" bakışın, genetiğin öne çıkmasına sebep olmuştur. Tabii ki bir de, sınıflandırma ve ayırma girişimlerinin aksi yönde gelişen "hastalıların birliği ve patoplastisite" görüşü vardı. Bu görüşe göre akıl hastalığı tek bir hastalıktan oluşmakta, fakat zaman içinde izlediği sıra, kişilere ve toplumlara göre farklılığı farklı klinik görünümler sergilemesine sebep olmaktaydı. ilginç olan, bu görüşün yalnızca manik depresif hastalık için doğru olmasıydı.