amerikan 'harlem kültürü'nün etkisinde doğan 'underground' tarzı öykücülük türkiyede de belki biraz farklı biçimde; kendilerinin "harbi türkçe" bizlerin ise "bıçkın ağzı" olarak tabir ettiğimiz yazar-okuyucu diyalogları ile hayat buluyor.
"...geçenlerde yine rutin cinayetlerimden birisini işliyordum. tam kafayı gövdeden ayıracaktım ki şeyi farkettim, benim hiç kız arkadaşım olmamıştı, daha doğrusu yine aklıma girmişti..."
bu tür hakkında, dilbilimcilerin "yazım dilini bozdukları" ve bu nedenle de "türkçe'ye ciddi zararlar verdikleri" gerekçesi ile çekinceleri olsa da örneğin; hakan günday'ın iki eseri; kinyas ve kayra ile zargana ciddi bir okuyucu kitlesine ulaşmayı başarmıştır.
'hayatın pioyunu' biraz daha farklı ve aslında tür olarak gönül rahatlığı ile 'underground' kapsamına sokabileceğimiz bir yapıda da değil. zira 'underground' örnekleri, yaşam ilişkileri ve toplumsal değer yargılarını adeta topa tutan üslubu ile daha radikal bir görünümdedir. rap adı verilen müzik akımının da altlığını oluşturan bu kültürün protest yaklaşımı, öykümüzde, yerini soğukkanlı ve cinfikirli bir üsluba bırakmış;
"...kan dediğimiz sıvıda insanı insan yapan duygular beslenmelidir. beynin vücudu yönettiği ve kalbin sadece kan pompaladığı toplumun insanlarını öldürmekten zevk de duymuyorum..."
polisiyeyi andırıyor lakin o da değil çünkü esrarlı bir ya da birden fazla cinayet olayının çözüm süreçlerinin heyecan içerisindeki anlatımı da yok! bu öyküde. bir seri katil var fakat lafzen ve -di'li geçmişte anlatıyor cinayetlerini. polisiye gibi o anı yaşama heyecanı yok! olmuş bitmiş herşey, geçmişte kalmış.
"...kurbanın başını elime aldım ve usulcana boynuna dokundum. şehvetle orayı öptüm ve yaladım. bir elim sakallarını okşarken diğer elimle boynunun en yumuşak yerini bulmaya çalışıyordum. erekte olduğum gerçeğini değiştiremem ama bıçağı aniden sapladığımda küçükken babam beni dövdüğünde yastığa bıçak sakladığım anlar geldi aklıma. öyle masalsı bir yumuşaklığa kavuşuyordu ki elim, bir an olayın zevkine kapılıp kolumu açılan delikten içeri sokmak istedim. denedim de, ama et biraz sertti açıkçası. at eti gibiydi, yedim oradan biliyorum..."
bir kısım okuyucunun " bu ne amk!" dediğini duyar gibiyim. kimisi de diyor ki " bu adam öykü filan yazmamış resmen kafa bulmuş!" değil dostlar! emin olun değil! bu da böyle bir tarz ve 'dikkat çekerek' vermek istediklerini okuyucuya verme prensibi güdüyor. okuyucu tahammül gösterir ve öyküyü bitirebilirse, bir şeyler de alacak elbet!
detaylarına takılmadan geneline baktığınızda, gerçekten önemli konulara değinildiğini, ciddi yaralara parmak basıldığını görüyorsunuz. zaten, öyküden alıntı ikinci paragraf da buna güzel bir örnek.
örnekler çoğaltıla-bilir;
"...insanlık ne çektiyse klişelerden çekiyor ben de ilk kurbanımı kilisede öldürdüm. tanrı'nın gözünün önünde onun çaresizliğini bütün dünyaya gösterdim..."
bir başkası;
"...ben paranın insanları dolaylı yoldan öldürdüğüne inanırım..."
ve daha başkası;
"...vezir aklının gücüyle savaşır, kimsenin göremediğini görür ve bilgelik her zaman insana derin bir bakış açısı kazandırır. sen hayatın piyonuydun, bu senin suçun değil. hayatın sen doğmadan sana öngördüğü bir roldü. o yamuk kafan gibi, şekilsiz vücudun gibi. ya da matematik okuyup geldiğin bu durum gibi. tanrı herkese hakettiği bir biçimde eziyet eder. sen de bunun kanıtlarından birisi olacaksın..."
ben, biçime-üsluba ve meşrebe bakarak bir eser hakkında iyidir/kötüdür kararı vermenin yanlış olduğunu, okuyucu olarak hiçbir esere önyargılı bakamamak gerektiğini düşünenlerdenim.
- yalnız! benden naçizane bir tavsiyedir yazara;
hayatın klişeleşmiş gerçeklerini kâle almamak başka şeydir, okuyucuyu kâle almamak başka! bu tip öykülerde bu hassas dengeyi çok dikkatli kurmak ve kollamak, öykünün hiçbir aşamasında okuyucuyu kâle almıyormuş hissi vermemeye özen göstermek gereklidir. ha! dikkat edilmezse ne olur? o vakit yazar yine olur ama yazılanı okuyan olmaz.