hayır olsun inşallah deyin de anlatmaya başlayayım.
bir dağ yolunda eski bir otobüsle yolculuk ediyorum. kar yağıyor. yolun sol tarafı uçurum. birden otobüsün önü kesiliyor ve kolluk kuvvetleri kimlik kontrolüne başlıyor. o sırada birisi bana soruyor -ne oluyor. film çekiliyor diyorum. -hangi filim. taken(ilki mi ikincisi mi bilmiyorum). askerler beni kovalamaya başlıyor, kaçıyorum, koşuyorum. ta ki bacaklarımda derman kalmayana kadar. tam o sırada derin bir uçurumun kenarına geliyorum. aşağısı görünmüyor. atlıyorum aşağıya. düşerken uçurumun çok yüksek bir duvar olduğunu duvarın yosun tuttuğunu fark ediyorum. tam yere çakılacağım bacaklarım kırılacak kesin öldüm derken zemine az bir mesafe kala yavaşlıyor ve iniyorum. arkamdan geliyorlar. indiğim yer amasya'da istasyon caddesi adıyla bilinen yer (en son 2008 yılında gittim). caddenin sonundaki istasyon köprüsünden karşıya geçip, imaret de denilen sultan 2. beyazıt camisinin bahçe demirlerinden bahçenin içine girmek için hamle yapıyorum. bu sırada aklımdan şunlar geçiyor -onlar burayı bilmezler, bahçe içinden geçersem kestirme olur, izimi kaybettiririm. demir parmaklıklardan bir pencere açılıyor. pencereyi açan kişi birazcık yaşlıca, sokakta yaşayan insanlara benziyor. ağzında yanmayan bir sigara ve sağ elinde yanan bir sigara, beni pencereden içeri buyur ediyor. bahçenin yeşillikleri arasında gözden kayboluyorum. bahçeden geçtikten sonra büyük bir eve giriyorum. evde beni hiç amasya ile alakası olmayan uzaktan tanıdığım birisi karşılıyor, kahve ikram ediyor. sanki neden yorgun olduğumu, neden oraya geldiğimi biliyormuş gibi bir tavırla havadan sudan konuşmaya başlıyor...
sonra uyandım işte. muhtemelen neticem açıkta kalmıştır ama bunların ne anlamı var diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. öyle işte.