Türkiye, kapitalist küreselleşme tasarımının hegemonyasını en belirgin hissettirdiği ülkeler arasındadır. Türkiye'yi neo liberalizmin laboratuarlarından biri haline getiren 24 Ocak 1980 ekonomik kararları, 12 Eylül 1980 darbe dönemi koşullarında zahmetsizce uygulanmaya başlandı. Bu süreç gelgitleriyle, sınıf mücadelesinin iniş çıkışlarıyla, zaman zaman işçi ve emekçi sınıfların kopardığı tavizlerle sürüyor. 21. Yüzyıl'la birlikte, özellikle 2001 ekonomik krizinin ardından Türkiye'nin uluslararası sermayeyle bütünleşme süreci hız kazanıyor. Ticaretin ve finansın liberalleşmesi ülkeyi dünya piyasalarına ve uluslar üstü sermayeye iyice bağlıyor. Kuralsızlaştırmayla kamunun ekonomik karar süreçlerindeki etkisi budanıyor. Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, sosyal hizmetlerin piyasa sistemine tabi kılınmasıyla kamu çıkarı yerini piyasa mantığına bırakıyor. Elbette bu saptamalar eskiden devletin ekonomik rolünün uluslararası sermayeden bağımsız olduğu, ulusal devletin ezen ezilen sınıflara eşit mesafede bulunduğu anlamına gelmiyor. Ancak artık karşımızda iyice kurumlaşmış bir hegemonya; ekonomik, politik, kültürel tüm insani faaliyetleri uluslararası sermaye birikiminin gereklerine teslim etmeye çalışan neo liberal tasarım bulunuyor.
Hiçbir şeyin eskisi gibi kalamadığı bir ortamda, politik sistem, sivil toplum, toplumsal sınıflar, kültürel yaşam sermayenin küreselleşmesinin gereklerine göre şekilleniyor. Siyaset bu ortamda gitgide toplumsal taleplerden, sıradan insanın iş, aş, hizmet gereksinimlerinden uzaklaşıyor; bir umutsuzluk, güvensizlik kapısına dönüşüyor. Seçimler adeta neo liberal programı kimin daha iyi uygulayacağını belirleme yarışı haline geliyor.
Neo liberal politikaların kıskacındaki Türkiye ekonomisinin bir gelecek ufku; yüksek teknolojiye yatırım yapmayı, araştırma-geliştirme fonksiyonlarını geliştirmeyi önüne koyan bir kalkınma stratejisi yoktur. Uluslararası işbölümünde kendine biçilen rolü kabul eden, vasıfsız veya düşük vasıflı emek-düşük ücrete dayanan bir figüran konumundadır. Halkın ihtiyaçlarından kopuk, borç ödemeye, eğitim, sağlık dâhil sermayeye kaynak aktarmaya odaklanmış bütçesi; bağımsız Merkez Bankası adı altında mali sermayenin disiplin arayışına tabi, üretim, istihdamdan kopuk para politikası; tarımdan enerjiye birçok alanı siyasetin dışına taşıyarak uluslararası sermayenin taleplerine göre düzenleyen "bağımsız kurulları" neo liberal tasarımın köşe taşlarıdır.
Merkez sağ partiler bir yana, siyasal islamcı, milliyetçi, sosyal demokrat partiler de değişik dönemlerde, uluslararası sermaye programını uygulama güvencesi verdikleri ölçüde koalisyon ortağı olarak hükümet etme fırsatı buldular. Yeniden yapılanma döneminin partisi aranırken, siyasal islam'ın 28 Şubat sürecinden kendi açısından ders çıkaran, kendi güvencesini ABD'nin liderliğindeki Batı ittifaklarında arayan temsilcileri bu boşluğu doldurmada en yüksek başarıyı gösterdi; toplumsal ve cemaat bağları bulunan bir siyasi özne büyük medya desteğinin de etkisiyle, halka küreselleşme politikalarının sorgulanamazlığını tekrarlamak yoluyla teslimiyetçilik, çaresizlik aşılayan "muhafazakâr neo liberal" bir anlayışla tek başına hükümet oldu.
Türkiye'deki sosyal demokrasi de, dünyadaki reform vaatlerini terk eden, kapitalist küreselleşme politikalarının yörüngesine giren benzer partiler gibi emekçilerden uzaklaşarak "sosyal liberalizm"den etkilendi. IMF ve Dünya Bankası ile ilişkiler, NATO ve savunma politikası gibi konularda kendini merkez sağ partilerden ayrıştıramaması; "yaşam tarzı" modernizmi dışında belirgin bir hat tutturamaması sonucu siyasetteki etkisini şehirli orta sınıf seçmenle sınırladı. Demokrasi ve özgürlükler konusunda zaman zaman merkez sağ partilerin dahi gerisine düşmesi nedeniyle kitlelerin bilincinde sağ/ sol ayırımını yapma noktasında fikri bulanıklığa neden olurken, siyasetin itibar kaybına da katkıda bulundu.
Bu gelişmeler, piyasa eksenine sıkışmamış, insan ihtiyaçlarını temel alan, gelirin ve servetin adil dağıtıldığı, eşitlikçi ve katılımcı bir ekonomide insanca yaşayabilmenin önemini bir kez daha öne çıkartırken, bunun mücadelesini örgütlü bir toplumda, katılımcı, demokratik bir sendikal anlayışla emekçilerin ortak örgütlenmesi hedefiyle; emekçilerle, emekliler, işsizler, tüketici örgütleriyle vermeyi gerektiriyor. Ekonomide demokrasi, özelleştirmeden değil, güçlü bir kamu sektörü üzerinde emekçilerin denetleyebildiği, en geniş toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek, ekolojik kısıtları dikkate alan, demokratik planlamaya dayalı bir ekonomi çerçevesinde, çalışanların özyönetiminden geçiyor.