Günümüzün kapitalizmi, evrensel niteliğini tüm yeryüzüne taşıyor. Kendi toplumsal ilişkilerini dünyanın her köşesine yayıyor. Kapitalizmin kâr mantığı, sermaye birikim sürecinin gerekleri her toplumsal ilişkiye, yaşam pratiğinin her adımına nüfuz ediyor. Kapitalizmin bugünkü ideolojisi neo liberalizm, bir anlamda piyasayı toplumsal ve politik kontrolün dışına taşımayı hedefliyor. Bu tasarım kapitalist küreselleşmeyi doğal gelişmelerin bir sonucu gibi sunuyor, arkasında uluslararası sermayenin bir politik projesi bulunduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor.
Neo liberal tasarımda devletin işlevi de yerel ekonomileri dünya ekonomisinin gereklerine uyarlamak yönünde değişiyor. Devlet artık ulusal ekonomi ile uluslararası ekonomi arasında bir volan kayışı haline geliyor ve dışarıdan içeriye doğru uluslararasılaşıyor. Bundan böyle ulus devletin görevi, kendi egemenlik alanı içerisinde sınıf, mülkiyet ve piyasalara ilişkin toplumsal ilişkileri kurmak ve yeniden üretmek, uluslararası sermaye birikiminin taleplerini yerine getirmek olarak şekilleniyor.
Neo liberalizmin atağı demokrasinin krizini de derinleştiriyor. Neo liberal zihniyet, kapitalizmin öncüllerine dönüşle, siyaset ve iktisadı farklı kuralları olan iki ayrı alan şeklinde tanımlayarak birbirinden iyice koparıyor. Böylelikle iktisadı toplumsal ihtiyaçlardan, insanların sorunlarından bağımsız, kendini düzenleyen piyasanın sinyallerine göre şekillenen bir özerk alan olarak tanımlıyor. iktisat teknik, alternatifsiz, yargıları sorgulanamaz, "halkın talepleri"nden korunması gereken bir faaliyet alanına dönüşüyor. Siyasi düzlemdeki biçimsel eşitlik görüntüsü, iktisadi eşitsizliklere, sömürü ve dışlanmaya müdahale olanağını perdeliyor.
Her tür eşitsizlik biçimini yeniden üreten neo liberal program, tüm dünyada büyüme temposunun yavaşlaması, işsizliğin ve toplumsal dışlanmanın yaygınlaşması, sosyal devletin ve kamu hizmetlerinin gerilemesi, finansal krizlerin olağanlaşması gibi sonuçlar doğuruyor. Özellikle üretken faaliyetlerin kâr oranlarındaki düşüşler, uluslararası sermayenin spekülatif alanlara yönelmesine yol açıyor. Finansal liberalleşmeyle bu olağanüstü spekülasyon dalgası tetikleniyor. Borsalar, mali piyasalardaki değer artışı; fiziksel sermaye, insan kaynağı, araştırma-geliştirme faaliyetleri gibi reel göstergelere yansımıyor.
Böylelikle finansal varlıkların değeri reel varlıklar aleyhine artıyor, uluslararası rantiye sınıf servetine servet katıyor. Bu gelişmeler kaynakların adaletsiz dağılımına yol açıyor, yatırım eğilimi düşüyor. işsiz ve yoksullar yavaşlayan büyümenin faturasını öderken, yerel temsilcileri de dâhil uluslar üstü sermaye sınıfı finansal yatırımlardan nemalanıyor, bir anlamda üretim finansın yedeğine sokuluyor.
Kapitalist küreselleşme sürecinde malların, hizmetlerin, sermaye akışlarının önündeki kısıtlamalar ve kontroller hızla ortadan kaldırılıyor. Sermayenin güvenini kazanabilmek kaygısıyla ücretler, çalışma koşulları, istihdam ve sosyal güvenlik standartları, çevre düzenlemeleri aşağıya doğru çekiliyor. Ülkeler arasındaki bu rekabet "dibe doğru yarış" olarak da adlandırılıyor.
Sermaye, sendikaları, taşeronlaştırma ve üretimi başka ülkelere kaydırma tehdidi ile geriletmeye çalışıyor. Esnek üretimde geçici, kısmi zamanlı, parça başı işler yaygınlaşıyor, özellikle kadınlar neo liberal düzende daha fazla sömürülüyor, daha yoğun baskıyla karşılaşıyor. Böylelikle kadınlar yoksullaşıyor, kadınlar kapitalist küreselleşmeye karşı mücadelenin gittikçe daha önemli bir dinamiği haline geliyor.
Kapitalist küreselleşme tüm insani değerlerin üzerinden bir silindir gibi geçiyor. Yoksullaştırıyor, yalnızlaştırıyor, çaresizleştiriyor. Dar milliyetçiliğin etki alanına girenler bir yana, daha kapsayıcı "kolektif kimliklere" dini referanslara sarılmak bir çıkış yolu gibi görünüyor. Ortak paydası Batı karşıtlığı, modernite korkusu olan milliyetçilikten beslenen kökten dincilik veya dini de referans alan bir ırkçılık boy gösterebiliyor. Aynı neoliberal rüzgâr, Batı'da işini, yaşam standardını kaybetme korkusuna kapılanları kendi mağduriyetlerinin sorumlusu gibi gördüğü Müslümanlar'a, "ötekilere" hınç biriktiren bir kitle haline getirebiliyor. Giderek demokrasi, insan hakları, hoşgörü, kadın eşitliği gibi değerlerin Batı'ya, Hıristiyanlık'a ilişkin olduğu tezleri kabul görüyor. Bu ortamda bir kültürel grubun, bir dini inancın açıkça şiddet ve terörle özdeşleştirilmesinin kültürel ırkçılık olduğunun, dinler ve kültürler arası düşmanlığı körüklediğinin altını çizmek büyük önem taşıyor. Diğer yandan hoşgörü, eleştiriye saygı gibi değerler çerçevesinde düşünme ve düşünceyi ifade özgürlüğüne kıskançça sahip çıkmak gerekiyor.
Bilim ve teknikteki ilerlemeler yeni teknolojilerin kullanımının, böylelikle insani ihtiyaçların tatmininin ve üretici güçlerin gelişmesinin olanaklarını yaratıyor. Ama kâr mantığı, bilginin belli ellerde toplanmasına ve bilgi iktidarını pekiştirerek, bu kazanımların insanlık yararına kullanımının engellenmesine neden oluyor.
Tüm insani etkinliklerin metalaştığı bir dünyada kültürel ve sanatsal yaratıcılık da ticari boyut kazanıyor. Serbest ticaret kurallarına tabi tutulan kültür ürünleri zengin müşterilerin egemenliğine giriyor. Büyük şirketlerin sponsorluk ağları dışındaki sanat eserleri sesini duyurmakta zorlanıyor. Bu durum kültürel çeşitliliği baltalıyor, muhalif sanatçıları dışlıyor, yaratıcılığı piyasa taleplerine tabi kılma tehlikesi doğruyor.
Medya hegemonyasıyla, reklâm bombardımanıyla pompalanan tüketim ideolojisi insan-doğa dengesini gözetmiyor. Dev barajların, nükleer enerji üretiminin, ulaşım sistemlerinin doğurduğu hava kirliliğinin, genetik değişime uğramış gıdaların ve tüm bunlara bağlı iklim değişikliklerinin insanlık için oluşturduğu risklere karşı ekolojik güvenliğin savunulması, küresel adalet mücadelesinin en yakıcı taleplerinden biri haline geliyor.
Yeni küreselleşme dalgası üçüncü dünyadaki geçimlik tarım üreticilerini bile uluslararası pazara bağlıyor, topraklarını ve hayvan varlıklarını kaybetmelerine, yoksullaşma ve çözülmeye yol açıyor. Aslında neo liberalizm döneminde dünya gıda üretimi tüketme kapasitesinin üzerinde. Buna karşın açlıktan ölümler her yıl artarken, yetersiz beslenme sorunu da gittikçe yaygınlaşıyor. ABD gibi en zengin ülkeler dahi en temel insani gereksinimleri bile karşılanamayan azımsanamayacak bir nüfus barındırıyor. Tarım üreticilerinin yaşamlarını sürdürebilmesinin yanı sıra, tüketicilerin yeterli ve sağlıklı beslenme ihtiyacının karşılanmasını da içeren taleplerle, çok uluslu gıda şirketlerine karşı mücadele kapitalist küreselleşmeye direnişin başlıca dinamiklerinden biri haline geliyor.