kara cadillac, bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki istanbul resmine hayran olduğum bir beyoğlu haydudunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. arabanın istanbul'da birer eşi o zamanların demiryolu zengini dağdelen ile tütün kralı maruf'ta vardı. son saatlerini bir hafta tefrika ederek hikaye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydutumuz bir geceyarısı polis tarafından sıkıştırılınca , sevgilisiyle bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan , bir iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkıya gibi akıntı burnu'ndan cadillac'ıyla birlikte boğaz'ın karanlık sularına uçmuştu. dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıpta bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da kısa süre sonra unuttukları cadillac'ı nerede bulacağımı ben şimdiden kestirebiliyorum.
orada, eskiden 'boğaz' denilen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar , küpeler , gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların gerisinde bir yerde , çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluluğun az ötesinde olacak.
eskiden "sahil yolu " denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı ararken, içlerinde boğuldukları çuvallardaki iki büklüm durumlarını hala koruyan saray kumpasçılarının ve haçlarına ve asalarına sarılı ortodoks papazlarının bileklerine gülle bağlı iskeletlerine rastlayacağım. tophane rıhtımından çanakkale'ye asker gönderen gülcemal vapurunu torpillemek isterken , uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalıklara çarptıktan sonra deniz dibine çöken ingiliz denizaltısının soba borusu gibi kullanılan periskopundan çıkan mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış ingiliz iskeletlerinin temizlendiği ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda çin porselenleriyle akşam çayına artık liverpool tezgahlarında imal edilmiş yeni yuvalarına huzurla alışan vatandaşlarımız içtiğini anlayacağım. karanlığın içinde , daha ötede kayzer wilhelm'e bağlı bir zırhlının paslı çabası olacak; sedeflenmiş bir televizyon ekranı bana göz kırpacak. yağmalanmış bir ceneviz hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı devlet ve kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin patlak ampullerini göreceğim. gittikçe aşağıya inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken, zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğim. yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık. gözlük ve şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki , ama inatla hala ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım taklavatlarıyla binen haçlı şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. üzeri midyelerle kaplı sembol ve silahlarıyla kaplı haçlı iskeletlerinin hemen yanı başlarında duran kara cadillac'ı beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım.
nereden geldiği anlaşılmayan fosforlu bir ışıkla arada bir belli belirsiz aydınlanan kara cadillac'a ağır ağır, korkuyla yanı başlarındaki haçlı muhafızlarından izin alır gibi saygıyla yaklaşacağım. cadillac'ın kapısının kulplarını zorlayacağım ama, baştan aşağı midye ve deniz kestaneleriyle kaplı araç bana geçit vermeyecek, sıkışmış ve yeşilimsi pencereleri yerlerinden hiç oynamayacak. o zaman, cebimden tükenmez kalemimi çıkarıp sapıyla camlardan birini kaplayan fıstıki yeşil yosun tabakasını yavaş yavaş kazıyacağım.
gece yarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın haçlı zırhları gibi hala parlayan güzelim direksiyonun , nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynamış olacak.
o zaman , kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlamında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhane, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam , gel bana; yaklaşan korkunç felaket unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.