hep o soruyu sorardın ya kendine... Cevabını hala bulamadım ve kendi kendime gülüyorum.
hiçbirimiz çocukken masum tekerlemelerle, durduğumuzda asla geçmek bilmeyen zamanın akıp gitmesini sağlarken aslında neler döndüğünün farkında değildik. kimi tekerlemeye masum bir anlam yerleştirebilmiştik ve bu çok eğlenceliydi. bazılarının ise birbirinden bağımsız yalnızca kafiyeler oluşturan lakırdılar olduklarını düşünüp ama yine umursamadan neşeyle tekerlemeyi söylerken yapılması gereken hareketleri yapıp kendimizden geçtik. ama neydi aslında bizi bu kadar eğlendiren. freud'un söylediği gibi cinsellik doğduğumuz anda mı başlamıştı?
yunuslar falan. mini mini bir kuş donmuş, penceremize konmuştu. ve biz onu seve seve içeriye almıştık. kuş ötmüştü cik cik. sonra pırpır edip canlanmış, ellerimizi boş bırakmıştı. neydi tüm bunların anlamı? ya partnerimizin ellerini tutup, ileri geri giderken kayıkçının fış fış etmesi? küreğinin orada ne işi vardı? yüreği hop hop ederken, akşama ışıklar söndüğünde yenen fincan böreğinin anlamı neydi? bunlardan aldığımız haz bize freud'un haklı olduğunu mu kanıtlıyordu? peki ya portakalı soyup baş ucumuza koyduğumuzda zevkin doruklarına ulaşmamız bize ne anlatmalıydı? dolaptaki pekmezin yalayarak bitmemesi, ayşecik ve fatmacıkla nasıl ilgili olabilirdi? hepsi bir kenara, neydi o kutular, içindeki penseler? elmasını yemek ne manaya geliyordu? arkadaşım ayşe neden arkasını dönüyordu her seferinde?..