Akşamın yavaş yavaş bu ücra ve terk edilmiş dağlara yaklaşması tabiatın durdurmak istedikleri ritüellerinden birisiydi. Salonda yanyana değil içiçe oturmuş,
her saniyeyi sanki birer gün gibi yaşamak için gayret göstermeleri takdire şayandı. Zaman durmalıydı. Bulutlar asılı kalmaıydı semada, esmemeliydi rüzgar, ademler
nefeslerini tutmalıydı. çünkü onlar üşüyebilirdi.
*
Yemek yedikten sonra dakikalarca o küçük,özensiz mutfağın basık duvarları arasında kalmayı istemek dışarıdan bir gözle bakınca aptalca, onlara göre zekiceydi. Beraberdiler,
birbirlerinin parmaklarını dudaklarının dingin zeminlerinde yüzdürebiliyorlardı. Beraber kalktılar masadan. Kadın üzerine yüklenen sıfattan ötürü elini boş tabaklara,
ekmek kırıntılarına götürürken erkek "Dur" dedi. Çok konuşmazdı. Net olmayı, içinde akıp giden her şeyi gözleriyle ifade etmeye çalışırdı kimse anlayamasa da. Ama bir kişi
hariç. Kadın adamın boynuna bir yaşam ateşi daha bırakarak ürkek adımlarla salona geçti. Bulaşık denen illetin ne kadar müspet duygular yaratabileceğini düşünmemişti
adam. Düşünemezdi. Bu, mutfak tezgahına biriken görüntüde, kirli her parçada sevgisinin emarelerini hissedebiliyordu. Daha fazla ayrı kalamadı elleri. Adam kendini
bıraktı ve adımları onu içeriye, olmak istediği yere götürdü. Sırtını dikleştiren kadın başını yavaşça geri uzatırken erkek çocuksu bir edayla önce sırtını döndü
kadına, başını göğüslerinin üzerine bıraktı. Asla sonuna kadar izlemeye sabır gösteremediği konforlu yatak reklamlarında bahsedilen şeydi bu. Gözlerini açmak
istemiyor zamanın akışına sebep olacağını düşünerek ürperiyordu.Kadın elini adamın kalbine koyduğunda ömründe duyduğu en güzel ritimle karşılaştı: aşkın ritmiyle.
Sadece bakarak anlaşmak. Bunu dünya üzerinde başarabilen kaç insan var? Kaç insan kendinden bile sakladığı gerçekleri bir insanın önüne serer? kaç insan
duygularının peşinden cesurca, yüzüne vuran rüzgara aldırış etmeden gidebilirdi?
*
Adam : Seninle geçireceğimiz en güzel gün olmalı bu. Takvimlere meydan okuyacak kadar.
Kadın: Seninle geçen her saniye zihnimin en temiz anılarıdır. Kirlenmez, unutulmaz...
Adam : Dudaklarını ver. Yaşamaya ihtiyacım var.
Kadın: Dudaklarımı al. Yaşamana ihtiyacım var.
*
içeri ellerinde iki kadeh şarapla teşrif eden erkek kadının gözlerini üzerinden ayırmamasından hoşnuttu. Aynı şekilde cevap vererek odanın ortasına geldi. Orta asyanın dondurucu
soğuklarında pişmiş çamurdan bir heykel gibi bekledi bir an, eş ruhu yerinden kalkıp da dibinde var olasıya kadar. Artık iki heykel vardı karşılıklı, benzer değil
aynı olan. Sol elindeki kadehi uzattı kadına ve hemen yanındaki bilgisayarın faresini bir iki kez oynattıktan sonra, şampanya rengi duvarlarında kara birer çiçek
bozuğu bulunan odanın içine müziğin dolmasını beklediler. "ohh my love, my darling" diyerek giriş yapan Righteous Brothers iki heykel arasındaki mesafeyi yok etti
yıllar öncesinden gelerek. Birer yudum alındı kadehlerden ve pervasızca odanın düşünülmeyen bir yerine savrulmalarında bir beis görülmedi. Kırılmalıydılar. Kadın
ellerini adamın boynuna doladığında her şeyin bittiği noktadaydılar. Kadının saçlarını düzeltti erkek, sağ avucunu kadının sol yanağına koyarak. Baş parmağıyla
dudağının en tatlı kısmıyla yanağı arasında gidip gelirken konuştular, uzun uzun, doymamacasına. Önce erkek başladı dudaklarını kıpırdatmaya ve "Bizi seviyorum"
diyebildi. kadın gözkapaklarını değdirdi birbirine, alnını adamın çenesinin altına dayayarak cevabını verdi. işte tarihin en uzun konuşması.
Şarkı sonlandığında mutluluktan ziyade bir şey kalmamıştı. olmaması gerektiği kadar iyi giden bir geceydi. Adam balkon kapısına doğru yürüdü ensesinde bir nefes
taşıyarak. Kapıyı araladı, izlemeye başladılar. Kadın yabancı gördüğü bu coğrafyada, yıldızları yeniden keşfediyordu. Daha parlak , daha neşe dolu yıldızlar bu şaşalı
geceye şahit olmak için tıka basa doldurmuştular karanlığı. "Doğa" dedi adam, "Doğada var olmalıyız." Ne zaman birisinin aklına bir fikir düşse diğeri sadece
ona uyardı, soru sormadan, izahat beklemeden. Yine öyle oldu. Adam yan odaya gitti ve kadının kollarını saracak kadar uzun bir hırka getirdi, büyük düğmeli. Kendisi
çıplak omuzlarından aşağı basit bir mavi tişört geçirdi sadece. Dış kapıya çoktan varılmıştı. Gidilecek yeni bir yer, görülecek yeni bir manzara vardı.
*
toprak der ki:
"güneşin öc alır gibi kavurduğu, soğuğun yaşam belirtilerini durdurmak ister gibi davrandığı bu hırçın bölgede yandım, üşüdüm milyonlarca yıldır. bu ayakların
üzerimde bıraktığı tatlı serinliği hissediyorum.keşke her çukuruma bassalar da aşkla düzelsem. onlar benim üzerimdeyken kayıp gitmek geldi içimden. yorulmasınlar
istedim. kapıdan çıkışlarını görmeniz lazımdı. binlerce kişilik salonda, oyunun en önemli anında sahneye çıkan oyuncular kadar asil ve yürekten geliyorlardı. önce
adam çıktı , arkasına döndü biraz ve kadına elini uzatarak basamağı çıkmasını sağladı. önünde eğilip sayfalar dolusu hikaye anlatacak bir görüntüsü vardı. kasırgalarla
mücadele eden denizcilerin hikayesi mesela, ummanın orta noktasında. her şeye eşit uzaklıktayken. kadın buralara ait değildi. etrafına öğrenmek için bakıyor gibiydi.
belki "tekrar gelinceye dek unutmamalıyım" diyordu içinden.
*
Yolun etrafına düzensizce yapılmaya çalışılan evlerin arasından geçtiler. Gördüklerinin hiçbirisinde bu hikayeyi bilecek kadar şanslı kimse olmaması üzerine konuştular.
Kadın anlattı , çünkü temiz havayı seviyordu. Doğaya taparcasına aşıktı. "Tabiattan uzak kaldığımız için insanlığımızı kaybettik" derdi hep. Topraktan geldiğine
inanmasa da birgün içine karışacağı bu kahverengi toz yığını, onu kendinden alabilme yetisine sahipti. Kimsenin hoşlanamayacağı bu kuru ve tozlu şehir sadece
iptidai olduğu için onun gözünde değerliydi. Bir de sevdiği erkeği barındırdığı için. ilçenin çıkışına doğru yürüyorlardı. Erkek bu çağlar öncesine ait ama nedense
bir mahalleden farksız bırakılan yerleşim alanıyla ilgili bildiği basit şeyleri mırıldanarak aktarıyordu kadına.
*
bulut der ki:
"bu akşam serinliğinde beni farketmediler. onları takip ediyorum sınırıma dahil olduklarından beri. arzın gördüğü ender fetih anlarındaki kumandanlar kadar kudretli
gidiyorlar. yerden santimlerce kalkan ayaklarını nasıl bir yumuşaklıkla geri indiriyorlarsa ben göklerde titriyorum. özeniyorum. bu uçsuz bucaksız boşlukta geçirdiğim
yüzyıllarıma lanet ediyorum. önlerinde yaşayabilecekleri sadece birkaç on yıl varken, ölümü yakıştıramıyorum onlara, kendi ömrümden pay vermek istiyorum. fiziğin ve
doğanın tüm yasalarına karşı gelerek üzerlerine bırakacağım damlaları düşünüyorum.vazgeçiyorum. üşümesinler istiyorum. evet, ıslatmayacağım onları. güneşten bir huzme kapıp saklasaydım
derinliklerime ve şimdi onlara ışık olsaydım. adamın gözündeki nuru farketmek için kör olmak bile yetersiz kalır. adam kadını sağ tarafına almış. sanırım güvende
olmasını istiyor. elini de beline dolamış, hiç ayrılmamasını ister gibi.kadın ise omuzlarına çektiği hırkayı kokluyor, etrafı izliyor. bir nefes daha çekiyor, adamı
izliyor. her nereye gideceklerse yolları hiç bitmesin. ayan beyan dursunlar, insanlığın gözünün içine içine ."
*
Adam karanlık yollara girerken elini kadının narin belinden bir yılanın kıvraklığıyla çekti ve parmaklarını birbirine kenetlediler. Korku yoktu gözlerinde. Terörün kol
gezdiği bu çorak arazide yürürlerken kendilerinden çok emindiler. Güçlü ordular, donanmalar gelse de burçlarına bayrak dikemezdi onların. Erişilemeyecek kadar yüksek,
yıkılamayacak kadar büyük ve sağlamdılar beraberken. Yol onlara bir kavis çizdikten sonra taşlarla bezenmiş, insan ve canlı izi bulunmayan bir dağ yoluna girdiler.
Deride kalan güneş yanıklarına benziyordu buralarda yeşillik görmek. insan boyuna erişmeyen bodur ağaççıklar, çalı ve çırpılar tek oksijen kaynağıydı. Geceye kavuşmaya
az kalmıştı saatin. Kadın serinleyen havada etrafa savrulan kıvırcık saçlarını düzeltmeye hiç yeltenmedi. Doğal olmalıydı. Susuz kalmış bir dağın teni, ne kadar kuru
olmalıysa o derece sert ve çatlaktı toprak. Tırmanıyorlardı. Gök yüzüne doğru. Evler küçülmeye, dağlar ayaklarının altında kalmaya başlamıştı. Yorucu değildi. Aksine
keyifliydi her ikisi de. Romanlarda anlatılan bir patika değildi burası, etraflarında ağaçtan yapılmış şirin kulübeler yoktu. Burası gerçek dünyaydı. Yanyana oturdular
tepeye çıktıklarında. Karanlıkta başka seçilen tek yaşam belirtisi; adı bilinmeyen bir dağın başında yanıp sönen alıcı ışığıydı. Gözlerini daha fazla açtı kadın.
Eliyle yıldızları gösterdi. Sırtüstü uzandı toprağa. Ellerini başının altına koyan adamın sol yanıydı artık, gördklerini anlatmaya başladı: "Denizin dalgalarını
görüyor musun? Birazdan kıyıdaki şu taşları kaldıracak yerinden. Özellikle şu kırmızı çizgili olan taş. Bir genç çift bulacak onu başka bir kıyıda, isimlerini
kazıyacaklar üzerine. Evlerinin bir köşesinde unutmaya terkedecekler. Bak, ne güzel bir kitap, görüyor musun? Les 120 journees de sodome. Okuyamadın sen bunu. Ben sana
anlatırım. Şelalenin çıkardığı sesleri duyuyor musun? Sanki üzerimize dökülecek gökyüzünden. Boğulmayız. Ben de yüzme bilmiyorum ama olsun. Suyun üzerine bırakalım
kendimizi, kaderimizi o çizsin ne dersin? Tamam. Hey, parmağımı takip et ve kulaklarını aç. Duyuyor musun melodiyi? chris Rea - You're my love. Şu gitar ne kadar da güzel
asılmış yıldızlar arasında. Kimse kaldırmamalı onu." Yavaşça soluğu kesildi kadının. Nefes almaya ihtiyacı vardı. Sağına döndü ve anlattıklarını dinleyen adamın
dudaklarına bıraktı kendini. Islanmaya başladı tüm vücudu tepeden tırnağa. Sahip olduğu tüm ağırlığı adama verdi. Kalçalarını saran dar pantolonu üzerinden bedenini
avuçlayan ellere dokundu. kabarık saçlarını adamın yüzünde gezdirdi, küçük çenesini ısırdı. Düşmek için can atan hırkayı fırlattı kenardaki taşın üzerine. Belinden
yukarı doğru sıyırdığı siyah ince tişörtü de onun yanına. Omuzlarından her iki yana doğru sütyenin askılarını çekmek de adamın vazifesiydi. Yerine getirdi. Bir nefes
alacak kadar kısa zamanda ayağa kalktı kadın ve pantolonunu çıkardı adamla aynı anda. Yeniden eğildi ve sırtını toprağa verdi. Adam iki bacak arasından kadına bakarken
kadının soğuktan ürperen teni gözeneklerini belli ediyordu. Adam kadının sol bacağını omzuna kadar kaldırdı. Yumuşak etlerini koca ısırıklarla acıttı. Külodunun bacak
arasına gelen kısmını tuttu. Yer altından maden çıkaran işçilerin hırsıyle çekti ve iki parça olmuş bu çamaşır artık kullanılamazdı. Doğal olmalıydı her şey.
Kadın adamın üzerindekileri yırtarcasına söktü. "Gel" diyebildi sadece. Ensesinden tuttuğu suratı öperken, içindeki yangınları söndürmeye çalışan bir uzuv vardı adamdan.
Sadece dudaklarını aralık bırakabildi. şimdiye kadar uzaklaştırılmış, yok sayılmış tüm çığlıkların dışarı çıkması için. Göğe doğru çıkan bu sesler hiç inmemek üzere yol
alıyordu yukarı doğru. Ahlar birbirini takip ederken kadın ayaklarını adamın belinde birleştirdi ve uzaktan ona baktı. Omuzlarına, başını koymak için can attığı
göğsüne, kasıklarına, ellerine. Bu güzergahtaki tüm mola yerleri onundu. Parmak uçlarıyla gezdi üzerlerinde , damı kışkırtmaya devam ederken. Bir birleşme daha. Bir tekleşme
daha istedi. Tırnaklarını geçirdiği buğday sırt yanarken, dudaklarıyla sarhoş ettiği vücuda hayran kaldı. Adamın tek eli sol göğsüne indi kadının, dişleri ise sağ
göğsüne. Titreyen her milim doku aşkla yandı, eridi. ve adam ateşin üzerine en tatlı suyu bırakmıştı. ikisi beraber sönmeye başladılar.
*
Vedaları beceremeyen bir insan olarak adamın üzüntüsü boğazına peşi sıra dizilmiş yumruklardan belli oluyordu. Ağlaması için insanların dokunmaları fazla bile
gelecekti. Teknolojiyi geliştiren her bir bilim adamına lanetler okudu, şimdi bir parçası uçağın camından kendini izlerken. Wright kardeşler keşke tek yönlü uçak
yapabilseydi. Gelen ama gidemeyen. Adam sadece bakabildi. Bıraksalar tek hamlede bu eski model uçağı paramparça edebilir ve kendine ait olanı alarak oradan
uzaklaşırdı. Ardına bile bakmadan. Göğe bıraktıkları haykırışlarla tapusunu aldılar dağların. Dağlar onlarındı.