zehra kulaksız

entry6 galeri
    2.
  1. inan zehra sizin çocuklar kazanacak 1

    "Başımı masaya koymuş öyle duruyordum. Niye durduğumu bilmiyorum.
    Büyük bir gürültüyle kapı açıldı. Hiç tanımadığım adamlar beni aldılar, kapıyı kapattılar...Kolumdan tutmuşlar,gidiyoruz.Nereye gidiyoruz ben de bilmiyorum.
    Uzun bir yer. Her tarafım ağrıyor. Başım dönüyor,dinlene dinlene gidiyoruz. Beni bir yere koydular, önümde cam var.Camda bazı gölgeler var. Sanki bana bakıyorlar. Bu arada aynı odada birlikte kaldığım arkadaşım diğer yandan çıkıyor, kolumda tutup iyice cama yanaştırıyor beni.

    Sonradan adını öğrendiğim bir telefonu bana veriyor.Nasıl tutulduğunu öğretiyor. Bazı sesler geliyor, sesleri anlamıyorum. Gölgeler ağlıyor mu acaba? Bir şeyler konuşuyoruz. Ne konuştuğumuzu bilmiyorum. Ama gölgeler devamlı ağlıyor, ilk defa gölgelerin ağladığını gördüm... Bense gölgelerin ağlayışına gülüyorum...

    Demin telefonlu yerde olan arkadaş benden evvel gelmiş.Beni tuttu, hemen yukarıya çıkardı, yatağın oraya getirdi. Bana niye ağladığımı sordu.
    Ben de ona ağlamadığımı, camdaki gölgelere güldüğümü söyledim. O bana camdaki gölgeleri anlattı. O zaman iyi anlamamıştım. Şimdi daha iyi anlıyorum,o gölgeler gölge değil, gerçekmiş, o gölgeler annem,kız kardeşim ve teyzemmiş.
    Onlarla kendisi de konuşmuş yan tarafta.Meğer ben o gölgelere gülmemiş,onlarla birlikte ben de ağlamışım..."

    Aylardır sürdürdüğü ölüm orucunun sonunda belleğini yitiren ve ardından tahliye olan Dursun Ali işte böyle söylüyor, ilk defa gölgelerin ağlayışını görmüş. Ama sonra anlamış ki o gölgeler onu Kandıra F Tipi Cezaevi'nde ziyarete gelen annesi, kız kardeşi ve teyzesiymiş...
    Direniş evinin önüne akın akın insanlar geliyor. Belleklerini tamamen yitirenleri ve sağlıkları geri dönüşsüz bir biçimde bozulanları ceza evlerinden tahliye ediyorlar. Tahliye olanların bir çoğu Küçükarmutlu'ya geliyor ve oradaki yakınlarının ya da arkadaşlarının evinde ölüm orucuna devam ediyor...

    Bugün 8 Temmuz, Pazar... Ve ben Küçükarmutlu'dan akşamın geç saatinde döndüm evime... Neredeyse bütün gün oradaydım. Zehra'nın yaklaşık bir hafta önce son nefesini verdiği o yoksul evdeydim. O yoksul evin adı şimdi "direniş evi" olmuş. Direniş evini gezmek yürek ister, sabır ister...

    Evin her odasında her an ölüme biraz daha yaklaşan, her yaştan direnişçiler var. Başları kırmızı bantlı... kimi artık ayağa kalkamayacak kadar bitkin... Kimisi duvarlara tutunarak yürüyor... Kimisi direnişe yeni başladığı için diğerlerine yardımcı oluyor...
    Direniş evinin önüne akın akın insanlar geliyor. Evi kutsal bir mabetmişçesine saygıyla seyrediyorlar. Konuşurken seslerini alçaltarak konuşu-
    Yolar. Yüzlerinde ansızın solgun ama cesur bir hüzün beliriyor. Sonra evin içinden bir adam çıkıyor ve elindeki kağıttan yüksek sesle, yarım saat önce bir direnişçinin daha şehit olduğunu duyuruyor. Gözler hafifçe kısılıyor.

    insanlar ansızın uzaktan gelen bir yankıya doğru başlarını çeviriyorlar. Kısa ama çok derin bir sessizlik, kalplerin ortasına büyük bir gürültüyle düşüyor. Bu derin sessizlikte sadece çocukların yaktığı otların cızırtısı duyuluyor...
    Sonra yeniden konuşmaya, hayatı yorumlamaya başlıyor insanlar... Buralarda ölüm çok farklı algılanıyor. Buralarda insanlar ölüme doğal bir son gibi bakıyorlar. Buralarda hiçbir şey kesintiye uğramıyor. Hayat,ölüm ve çocuk- luk, buralarda her şey kesintisiz bir biçimde, aynı büyülü nehre akıyor. Her şey bir çember çiziyor sanki. Ölenler yeniden ağlıyor... Yeniden doğanlar ölmeye başlıyor ... Hayat ölüme, ölüm hayata aynı anda karışıyor...

    Arkadaşları başı bantlı bir direnişçiyi, önce alnından, sonra yüzünün her yerinden derin bir sevgiyle öpüyorlar. Direnişçi gururlu olduğu kadar da utan-
    gaç... Bileklerini ve boynunu görüyorum. Küçük bir çocuğunkinden daha ince. Kırıldı kırılacak... O incecik bilekleriyle, suyu çekilmiş elleriyle dostlarına, yoldaşlarına sarılıyor o da.Yakınma, korku, suçluluk korkusu , acındırma, o sahte duyguların hiç biri yok yüzlerinde...

    Ve hayatta kalacak olanlarla ölecek olanlar birbirlerine öyle yoğun bir sevgiyle sarılıyorlar ki, işte o anda hayatla ölüm arasındaki o kesintisiz akışı görüyorum. Hayat ölümü alnından öpüyor... Ölüm hem gururlu, hem başeğmez, hem de küçük bir çocuk gibi utangaç ve masum...Ve her şey birleşip o büyülü nehre akıyor usulca. Ve o nehir sonsuzluğa akıyor. işte bu yüzden korkmuyorlar.
    Birer birer ölmekten. Çünkü onlar bir kere sonsuzluğa inanmışlar. Bin bir çeşit kentli kuşkunun pençesinde yaşayan ben bile işte o an inanıyorum: Bu çocuklar bir gün kazanacaklar... Sonsuzluk tükenmez çünkü... Bu ülkenin en cesur çocukları...
    1 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük