ya üzerine oturduğum kanepeye, artık sırtımı da bırakıp uyuyacaktım ya da yanımdaki hırkayı üzerime geçirip, arkadaşımı da uyandırmadan dışarı çıkıp açık bir yer bulup; artık içecek olarak her ne varsa, bir kase çorba ya da bir duble rakı, içecektim.
hırkaya sokuldum. hem bu mevsimde; anca gecenin bu vakti hırka giyebilir insan. misafir olarak kaldığım şu -tanıdık insanı- arkadaşımı uyandırmadan anahtarını aldım, kapıya yöneldim. çocukken devasa gelen bakırköy meydanına yürüyerek 20 dakikalık mesafede olan arkadaş evinden, belki 40 dakikaya kadar vardım. yolda, sarhoşlara özel ayar olan kokoreççilerden bir yarımı da ihmal etmedim. hafif sarhoş taklidinden de sakınmadım hani...
birine bir şey anlatmam gerekiyordu. o arkadaşa da, anlatamazdım. hem öğrendiğim şeyi, arkadaştan öğrendim ya; ona da, anlatamazdım. biri gerekiyordu işte, bu gece, o saat, şu an... telefonu elime aldım. bu, sıradan hayatımın milyonuncu kez tekrar eden, telefonla rehberde gezinme ve yalnız hissetme sahnesiydi. fonda boktan bir yıkıcı müzik... sıklıkla aradığım arkadaşlarım, karşıma çabuk çıksınlar diye isimlerinin önüne "." koymuştum... ".ali, .cagatay, .deniz, biri, .öteki biri..." bu özel nokta, aslında onları, ötekilerden ayırıyordu. zaten telefon rehberimde olmaları, onları; dünyanın geri kalanından da apayrı kılıyordu ya, ben o denli, yalnız hissetmemeliyim kendimi. ama o an, öyle geldi ki bana, onları özel kılan, o özel kılma eylemi; özel olanın da kırılmasına sebepti. bazen bir şeyi, bir hissi; hiçbir hatıranın, deneyiminin olmadığı birinin bilmesi gerekiyor. birini arasam, çok sevdiğim birini, açtığında telefonunu, bildiği bir 'adam'dım ben. 'bildiğim' bir adamı, 'bilindik' bir halimle arayacaktım. üstelik insanların, o anları var... o an mutlu oldukları, o an kendi halinde oldukları. o an, senden uzak oldukları. telefonu cebime attım.
hem zaten hemen herkes şehir dışında. gene sahicilikle ve şehirde madden de arkadaşsızlıkla kalmışım... zaten artık, yalnız hissetme hali, kalıcılık sağlamış vaziyette. çoğu zaman, yalnızlığın sabitliğini görüyorum hayatımda. bu bir yükseliş yahut düşüş hali değil artık. bu giden ve giderilen-giderilebilen bir şey değil. bir sevgiliye sahip olmak(sahip?), her gün birileriyle görüşmek; sosyalleşmeye çok müsait bir yerde oturmak gibi durumlar da bunu değiştirmiyor. meydan boş. kediler, köpekler; arada tepeden hızla uçup giden kargalar, zararsız görünen kuşlar, birkaç bank sahibi evsiz, seke seke yürüyen birkaç kişi; arada sokaklara giren mavi-kırmızı polis ışıkları... zihnim uyarılıyor. içimde durmaması gereken, dibimde duruyor. durmuyor, hareket ediyor. yer kaplıyor. açık bir tekel vardı istanbul caddesinin ortalarındaki bir sokakta. küçük bir ceplik. yarım saat sonra, gerçekten yabancı biriyleyim. artık yürüyemiyorum bile. adımlarımda bir sersemlik. gidip oturuyorum. sırtımı biraz bıraksam, evsiz taklidi yapan biri... çok hızlı sarhoş olmuşum. kimseye halen konuşmadım. yalnızca düşünüyorum. bir kedi tedbirli adımlarla yanıma yaklaşıyor. birkaç adım ötemde duruyor. onunla da konuşmayacağım. kendimi kendimde tutacağım bu sefer. geri dönüyorum. evet, geri geri gidiyorum o eve. şimdi nasıl uyuyacağım kim bilir, eve yaklaştıkça uykunun tadı geliyor üzerime. uyuma hayali. her kuytu köşede nasıl uyunabilir ihtimali... yol uzuyor, gibi. oysa, daha hızlıyım geldiğimden.
yeterince yabancı hissediyorum
ve halimden gayet iyi anlıyorum,
anladım ben seni, diyorum.
aptal aptal çıkıyorum merdivenden. sessizce kapıyı açıyorum. tekrar o kanepe üzerindeyim.
uyuyorum o an, o sabah.
bir daha böyle aptal şeyler yapma, diyorum.
yapmam, diyorum.
kalk yemek ye, zayıf düştün kaç gündür, diyorum.
üzerine de bir kahve, bir sigara da ne güzel gider değil mi, diyorum,
evet vallahi, sırf bu yüzden güzel bir kahvaltı hazırlayacağım sana, diyorum.
saat beşte kahvaltı yapıyorum.
arkadaş arıyor, evden çıkıyorum. o an, kendimi, kısa bir süre de olsa, çok yalnız hissediyorum. sonra sanki böyle olması gerekiyormuş gibi, ha, evet, diyorum. kabulleniyorum.