geri zekalı otuz kuş

entry3 galeri
    3.
  1. Buram buram Andrei tarkovsky kokan bir öykü. Yazarın eski öykülerini de hatırladığımızda, edebiyat tatlarını öğrenmeye devam ediyor ve o tatları kendisine tattırmış üstadlara olan iade-i saygısının bu öyküde de devam ettiğini görüyoruz.

    Tabi öykünün oluşturulma şekli, anlatıcı, karakter, olay örgüsü gibi noktalarının böylesi kaotik yansıtılmasının sebebi tarkovsky’nin tarzıyla oldukça paraleldir. Burada asıl sorulması gereken; hangi tarkovsky? Bu noktada iki sinema filmi canlanıyor zihnimde: zerkalo ve andrei rublev.
    Bu öyküyü okumak, bu iki filmi anımsamak demek biraz da. Yazar okuyucuya kanalları oldukça geniş ve açık malzemeler sunuyor. Haliyle okuyucuya dikkatli bir okuma ve değerlendirme gerekliliğini yaratıyor.

    Öyküdeki ana karakter, oldukça garip tasvir edilmiş bir evsiz. Hadi evsiz demeyelim, direk garip diyelim. Yıkanmayan, alkolik, akli dengesini yitirmiş gibi görünen –ki ileride öyle olmadığını anlıyoruz- bir garip. Bu garip hikayede ilk olarak bir tarikatle olan kontağıyla karşımıza çıkıyor. Tabi karakterle bu ilk tanışmamız, tarikate de oldukça sert darbeler vurulduğuna tanıklık etmemizle beraber oluyor.

    Böylesi garip birinin tarikatten adeta kabaca kovulması, tarikatin ya da genel manada dinin içindeki olası ya da olan yozlaşmışlığa bir gönderme gibi. Ancak ne bu karakterin bir tarikatle ilişkisinin olması ne de tarikatin öyküdeki yeri gereksiz, olay örgüsü olsun çabasıyla yaratılmamış. Öncelikle kısa olduğu için tarikate değineyim.

    Bu tarikat (ya da cemaat her neyse) öykünün ayna temasının bir parçası –evet ayna teması oldukça iyi gizlenmiş öyküye- öyküdeki ilk karşımıza çıkışı, görünüşünden ötürü bir adamı uzaklaştırmaları şeklinde gerçekleşiyor. Ki buradaki anahtar kelime: görünüş. Bir şeyh, ya da bir tarikat, bildiğim kadarıyla zahiri görüntünün ardını görmeye çabalayan bir anlayışa sahiptir. Görünüşe aldanıp yargıda bulunmaz, aksine sorumlu şeyh kendisinin de bir zamanlar ne olduğunun bilincinde olup, insanlara da öyle yaklaşır. Gelin görün ki öyküdeki tarikat böyle davranmak yerine bu garip karakteri oldukça kaba bir şekilde bünyesinden uzaklaştırıyor. Buradaki anahtar kelime olan görünüş hem karakterin hem de tarikat anlayışının iki farklı çözümlemesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir düzleme bakmayan, baktığında kendisini ya da geçmişini –geçmiş, öyküdeki ikinci anahtar kelime- görmeyen bir tarikat lideri ve görünüşünün ardında başka dünyalar saklayabilecek garip bir adam. Ayna teması burada haliyle okuyucuya çift yönlü bir görüntü sunuyor.

    Tarikatın öyküden ilk geçmesinin ardından öykü yine hemen karaktere ve kendi ayakları üstünde duracağı alıntılara, göndermelere dönüyor.

    Dışarı çıktığında yağmurun yağmasını, tarkovsky’nin filmlerinde sıkça kullandığı “ani hava değişimleri” ile oldukça ilişkili buldum ben. Hemen sonrasında bu garip karakterin ağzından çıkan cümleler yine ayna temasını okuyucuya oldukça usta bir şekilde sunuyor. Suda yansımasını görmesi –üçüncü anahtar kelime su- ve okuyucuya göre garip gelen o görünüşünün karaktere güzel gelmesi birçok noktaya göz kırpıyor. Bunlardan birisi narsizm –dördüncü anahtar kelime ve ileride tekrar karşımıza çıkacak. Ki ayna temasıyla gayet uygun bir diğer unsur- bir diğeri de okuyucunun direk garip olarak tasvirleyeceği bu adamın suda gördüğü görüntüsünün aslında benliğinin ta kendisi olması. Narcissus sudaki yansımasını ilk gördüğünde kendi güzelliğine aşık olmuş ve bunu kaybetmemek için yemeden içmeden kesilmişti hatırlarsanız. Ve zaman sonra hayatını kaybetmişti. Tabi bu ölümün altında sadece biyolojik nedenler değil egonun varlığı da yatıyordu. Tam bu noktada karaktere döndüğümüzde, bankta otururken suda yansımasını görüp kendini güzel görmesiyle, aslında garip, uzun zamandır yıkanmamış, aç sefil gezen bir adamın kendisine olan özgüveninin bir kanıtına ulaşıyoruz. Karakter burada egoist olmanın çok ötesinde kendi benliğini gururla alkışlıyor. işte tam bu noktada hemen öykünün başına dönüp o tarikate bir tokat daha atıyor yazar. Bir yanda ne olduğunu bilen ve bununla gurur duyan bir karakter, diğer tarafta adeta nerden geldiğini unutmuş bir tarikat şeyhi ve onun önyargıları.

    Hemen sonrasında öyküye dahil olan diyalog öykünün adeta tuzu biberi, neşesi. Karakteri daha derinlemesine okuyucuya sunan bu diyalog iki çocuğun katılımıyla gerçekleşiyor. Yazar Burada çocuklara verdiği cevapların aslında ne kadar da dolu bir adama ait olduğunu tarikatın gözlerine okuyucununda algısına sokuyor adeta. Bu diyalogda altı çizilmesi gereken cümlenin: “karıncalar ihanet etmez” olmalı kanısındayım. Karıncalar kendi türlerine ihnet etmemeleriyle bilinir evet. tarikatten kovulmuş ya da hiç kabul görmemiş bir insanın kendi ırkına olan serzenişlerini, ihanete olan, insanın insana yaptığı ya da dinsel mevkilerin toplumlara yaptığı ihanetlere olan sitemini dile getiriyor bu garip karakter. Ve yine diyalogda öyküye dahil olan çocuklar da beşinci anahtar kelimesi bu öykünün.

    Zaman sonra uykuya dalan karakterle birlikte okuyucu zerkalo filminden repliklerin (eğer yanlış hatırlamıyorsam) yazarın kendi kattığı yorumuyla karşılaşıyor. Bitki-insan benzetmesinin filme göre dinamiği, hayata olan bakış açılarının farklılıklarından oluşmakta. Bizler oturduğumuz yerde yüzümüze nazikçe çarpan meltem rüzgarlarını olduğu gibi hissetmekten aciz, rekor amaçlı dağa tırmanırken o dağın arkasındaki ihtişamlı manzaranın tadını çıkarmaktan aciz insanlarken, bitkilerin o mülayim ve kibar sallanışları, doğanın kendilerine sundukları o ahengi dinleyen, o ahenge uyum sağlayan naif varlıklar olmasıdır tüm mesele. filmde izleyiciye sunulan şahane bir hayat tasviriydi o cümleler. Yazarın bu öyküde, karakter uykuya daldıktan hemen sonra okuyucuya sunduğu şu cümleleri bu açıdan değerlendirince, iki farklı tadın zevkini yaşıyoruz: bitkilerin duyabildiklerini hiç düşünmüş müydü? hatta hissedebildiklerini. oysa biz sürekli kendi basitliğimizden bahsederek onu taçlandırıyoruz.”

    Bu kısımdan sonra gelen paragraf okuyucuya oldukça zengin bir içerik sunuyor. Sanıyorum bu paragraf (yanındaki 29 kuşla diye başlayan) uyuyan karakterin rüyası. Ancak öylesi bir rüya değil. Yine sanıyorum karakter bu rüyada geçmişinden kareler görüyor. öykünün bir diğer anahtar kelimesi geçmiş demiştik. Kendi Geçmişi olmasa bile bu paragraftaki çocukluk anıları oldukça önemli.

    Tarkovsky’nin zerkalo filmi, ayna temasıyla oldukça güçlü bir filmdir. Film asla bir düzen içinde gitmeyen, bir fotoğraf karelerinin ardı sıra dizilişi gibi yaratılmış. Filmin tarkovsky için önemi, bir aile filmi olmasıdır. Kendi hayatının bir fotoğraf karesi adeta. Haliyle filmde tarkovsky geçmişiyle yüzleştiği, geçmişini ve ilişkilerini anlattığı birçok malzeme veriyor izleyiciye. işte filmdeki o içerik, öyküdeki bu karakterin rüyasında karşımıza çıkıyor. Geçmişin pişmanlığı (pişmanlık=diğer anahtar kelime demiştik) filmde olduğu ve tarkovsky’nin de dillendirdiği gibi bu öyküde de oldukça katı ama naif bir şekilde sunulmuş.

    Rüyada karakter, bir grup çocuk ya da insanın (çocuk diyelim) mucize görmek amaçlı kaf dağına seyahatini görüyor. çocuk, çocuk olmanın verdiği “basitlik” ile göremediği mucizenin bünyesinde bıraktığı hayal kırıklığını ve bir türlü yiyemediği dondurmasının üzüntüsünü yaşıyor. Seyahat bir nevi “pişmanlıkla” sona eriyor. Ve bu noktada bu çocuğu, o garip karakterin bilinç altı, geçmişi olarak ele alırsak öyküde birçok parça yerli yerine oturuyor. Ancak ilgincime giden, pişmanlık duymuş bu kendine güvenen, kendi halinde karakterin hala neden bir tarikate gittiği. Acaba pişmanlık, normal bir insanda bıraktığı o ağır izleri bu karakterde bırakmıyor da, aksine arayış içine mi sürüklüyor? Bu soru önemli. Rüyadaki kuş da yine zerkalo filmine bir gönderme. Ancak rüyada kuş olarak beliren bu grup hemen ardından bir grup insana dönüşüyor. Sanırım burada rüyanın mantığına, obje-soyut ilişkisinin değişkenliğine bir gönderme var. Yine de kuş olayını, zerkalo filminin çoğu sahnesini hatırlamadığımdan ötürü eksik bırakmak zorundayım.

    Karakter uyanıyor, alkol ve yemek için dilenmeye başlıyor. Bunu yaparken yine tarikate eleştiriler yağdırıyor yazar. Ancak uyandıktan sonra tarikate yüklendiği o paragraf, yazının tarkovsky’nin tarzıyla olan paralelliğinin en gerçekçi kanıtı olarak çıkıyor karşımıza. Zerkalo ya da andrei rublev filmlerinde tarkovsky asla bir sinematografik özellik peşinde olmamıştır. Aksine bir fotoğrafik şiir anlayışını benimsemiş, babasına ait şiirin, hayatını anlattığı film kareleriyle harmanlayıp izleyiciye sunmuştur. Bu sahneler çoğu zaman birbirinden bağımsız hareket ediyor. Anlam vermeye çalışmıyorsunuz çünkü tarkovsky bu filmin ne felsefik ne de metaforik olmadığını itiraf ediyor. Haliyle izleyici filme oldukça naif ve kırılgan bir portre olarak bakıyor. işte bu noktada öyküdeki karakterin tarikate yaptığı eleştiriler boyunca arada geçen “su.” “sakal.” “sütlü börek.” Gibi duraklı kelimeleri ben tarkovsky’nin –sanki biraz da v.woolf’un bilinç akışına benzeyen- o üslubuna bağlıyorum. Ha tarkovsky bu bağımsız gibi görünen sahnelerde illaki kendinden bir şeylerden bahsetmiştir. Yazar da öyküsündeki bu kelimelerle bunu yapıyor olabilir. Ancak neticede bu paragraf ile tarkovsky arasında oldukça yoğun bir bağ kurdum ben.

    Hemen sonrasında giren narcissus hikayesini anlatan öğretmen ve bu öğretmenin adının da andriy olması, tarkovsky’nin andrei rublev filmine bir gönderme. Narcissus isminin geçtiği yer de zaten, yazarın, öykünün başından beri öyküye gizlediği ayna temasının artık “ben buradayım” diye bağırttığı kısımdır. Ve bu paragrafta geçen şiir, tarkovsky’nin zerkalo filminde babası tarafından yazılmış ve seslendirilmiş (yanlış hatırlamıyorsam) bir şiirdir. Burası öykünün zirve noktası (climax) kabul edilebilir kanaatindeyim.

    Bu paragraftan sonra tarikat ikinci kez öyküde beliriyor. Şeyhin içtiği sudan sonra verdiği nasihat da önemli. irşadın öneminden ve üslubundan bahsediyor. Ancak ben yine bir ironi seziyorum bu konuşmalarda. Şeyh amacın cennet değil allah’ın yüzünün olduğunu (cemalullah. inanış o ki inananlar için en güzel hediye allah’ı görmek olacaktır) ve kamil kişinin metanetini kaybetmeyen olduğunu söylüyor. Bu metanet kısmında da sanki bizim o garip karaktere bir gönderme yapıyor. Yani yazar sanki bu tarikat üzerinden o garip karakterin (ki bana göre mükemmel bir karakter. Yani durumundan şikayet etmeyen, pişmanlıklar yaşamış ama arayışa devam etmiş ve kendinden oldukça emin, kendiyle barışık) de açıklarını belirliyor gibi. O karaktere de bir eleştiri getiriyor. Çünkü kendini fiziken kaybetmiş, hayatını günü geçirme üzerine kurmuş bir karakterin metanetini kaybetmiş olması oldukça muhtemel. Hani yazar bunu burada o girişteki tarikat eleştirisini dengelemek, aslında bunun için kovuldu ya da kabul edilmedi demek maksadıyla değil de, sanki garip karakterin mükemmeliyetçi bir düzlemde ele alınmasını engelleme maksadıyla yapıyor. Çünkü ayna temalı, içinde kendini olduğu gibi kabul etmiş haliyle egodan kurtulup mütevazi olmuş bir karakterin olduğu öyküde yazar ya kaleminde bir kusur yaratıp kendi egosunu ayakları altına alacak ve okuyucuya “hayır ben de egoist değilim, egoist olmamam tıpkı karakterin benliğini kabul etmesindeki mütevaziliğin mükemmelliyetçi zihniyete dönüşmesi anlamına da gelmesin” mesajı veriyor ya da karakterin o başından beri okuyucuda bıraktığı o “egoist olmayan, özgüveni tam, kendi haline iyi bir adam” görüşünün mükemmel adama dönüşmesini engelliyor. iki durumda da ben bunu tarkovsky’nin zerkalo filminde çok iyi hatırladığım bir teknik hatasına olan bakış açımla ilişkilendirdim. Filmde bariz görülen bir teknik hata tarkovsky’nin filmde verdiği anti-mükemmelliyet alt metinleriyle çelişmemesi için adeta mütevazi bir “kalem kırma” ya da “hata yaratma” kıvamında. Tabi bu benim olaya bakış açım. Ki tarkovsky yaşadığı pişmanlıkları, kusurlu olmayı tüm hücrelerinde hisseden bir adam. Haliyle mükemmelin peşinde olabileceğine ben ihtmal vermiyorum.

    Tarikatın da son kez öyküye dahil olduktan sonraki kısım da öykünün bitişi oluyor. Burada garip karakter içkisini içmeye başlıyor. Yine öykünün bize sunduğu o tattan, tuzdan birisi de şarap şişesinin içine giren o mantar, öncesinde tasvir ettiği at pisliğinin o canlılığıdır. iki farklı tadı ya da kokuyu okuyucuya oldukça keskin hatlarla hissettiriyor. Devamında monolog şeklinde geçen cümleler de yazarın tamamen kendi iç dünyasını okuyucuya özgürce, kendi tarzında –tıpkı tarkovsky gibi- sunduğu paragrafa dahildir. Ki tarkovsky filmlerinde izleyiciye bir ayna tutar. izleyen “bu benim” der adeta. Yazar da bu öyküsnde kendi iç dünyasını “acaba okurumla benzeşir miyim” tatlılığında okuyucuya sunuyor ve öyküsünü bitiriyor. Tabi bitiş cümlesi de olukça manidar. Tanrı kavramının tarkovsky’nin lügatinde oldukça derin izleri var. Andrei rublev filminde bahsettiği ideal rusya dünyasınının kıyısndan geçen din, tanrı, inanç, nedense bu bitirişte farklı ele alınmış. Belki de bu farklılığın (tarkovsky’nin ideal rusya tasvirindeki malzeme andrei rublev’in kardeşlik-inanç-sevgi üçlemesinden başkası değildir) nedeni, bu idealin andrei rublev filminde işe yaramamasına ve rusya’yı sosyalist rejimin pençelerinden kurtaramamasına bir göndermedir. Neticede bu ideal tutmuyor ve saf dışı bırakılan din ve beraberinde karşımıza çıkacak tanrı kavramı öyküde, düşünceler içine dalmış tanrının karaktere sarkastik yaklaşımıyla vurgulanıyor olabilir. Sovyet idealizmi de andrei rublev’in buna sunduğu alternatif de çöküyor ve kazanan yine tanrı oluyor..
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük