43.
Savarona.. Bir tutkunun öyküsü..
Ertekin'e girdim ki, Kahraman'la (Sadıkoğlu) oturuyorlar..
Bir sandalye de ben çektim..
Güven'e "Bana bir kahve" dedim..
Kahraman "Yarım saat vaktin varsa, size kahveyi ben ikram edeyim.. Hadi gelin" dedi..
Doluştuk benim arabaya..
Savarona!..
Dünyanın en güzel yatı Kuruçeşme sahillerine yanaşmış..
Oraya götürüyor Kahraman bizi..
Yıllar yıllar önce, Cannes'da görmüştüm, Festivalin açılış günü..
Marina'daki yüzlerce tekne arasında, arkasındaki Türk Bayrağı ile nasıl gururla duruyordu.
Yıllar yıllar önce, Monte Carlo'da görmüştüm..
Galatasaray 'ın Real Madrid'i yendiği gün..
Dünyanın en pahalı tekneleri arasında süzülen bir kız gibiydi, gene dalgalanan Türk bayrağıyla..
Yıllar yıllar önce St. Tropez'de görmüştüm.
Dünya milyarderlerinin birbirlerine tekne gösterileri yaptıkları limanda "Benim yanımdan geçemezsiniz" edasıyla süzülüyordu. Bana hep gururla baktıran bayrağımızı rüzgarla savurarak..
Kahraman, önce gezdirdi bize bu dünya güzelliğini.. Sonra arka güverteye oturduk.
Kahraman anlatmaya başladı..
Savarona'nın öyküsünü anlatmaya başladı..
içindeki çocukluğundan başlayan Savarona tutkusuyla paralel.. Harika şeyler anlatıyordu.
Savarona'nın doğuşu..
Atatürk 'e gelişi..
Sonrası..
Deniz Harp Okulu "Okul Gemisi" oluşu..
Sonra jilet yapılmak üzere hurdaya çıkarılışı..
Tutkulu olduğu yatı kurtarmak için verdiği savaşı..
Kahraman akıllara durgunluk veren bir mücadele, "imkansızlar"ı yenen bir zekayla tekneyi önce ölümden kurtarmış, sonra sıra, 49 yıllığına kiraladığı "Leş"i yüzer ve içinde yaşanır hale getirmeye gelmişti.
Asıl savaş orada başladı..
Bismillah..
Geminin alt katlarını işgal eden ve oraya girene saldıran her biri kedi büyüklüğünde binlerce fare yok edilmeliydi..
içeri gireni parçalayan binlerce aç fare..
Kahraman anlattıklarını bitirdiğinde, tam 3.5 saat geçmişti.
Yarım saat diye gitmiş, vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştık..
Anlattıkları romandı çünkü..
"Bunlar sende kalmamalı Kahraman" dedim..
"Vaktim mi var" dedi..
"işte bize anlattın ya.. Bir daha anlatırsın" dedim..
Ercan Arıklı 'nın hayatını harika yazan Arda Uskan 'ı buldum..
"Kahraman'ı ara.. Onda dünya güzeli bir roman konusu var.
Ama gerçek roman.
Her satırı yaşanmış..
Üstelik tonla belge, tonla resim..
Harika bir kitap yaparsın.."
Aradan bir sene geçti..
Geçen gün Ertekin'e uğradım gene..
Güven bir kitap uzattı..
"Kahraman Bey size bıraktı" dedi..
Baktım.. Kalın ciltli, kuşe kağıda basılmış pırıl pırıl bir kitap..
Kapağında "Bir Tutkunun Öyküsü " yazıyor..
Altında Arda Uskan imzası..
Fonda, dünya denizlerinde her gördüğümde, hem de nasıl gururlandığım manzara..
Bir teknenin arkası..
Üzerinde nazlı nazlı dalgalanan ayyıldız..
Kaportada "Savarona" yazıyor..
Hemen altında "istanbul.."
Açtım okumaya başladım..
Elimde kitap arabaya girdim. Ercan'a "Eve" dedim.. Evde devam ettim..
Bildiğim hikaye ama, bu hikaye değil, efsane.. Arda nasıl harika yazmış..
Elimden bırakamadım..
Giriş bölümünü köşeme aynen aldım..
Birbirlerine ilk adları ile hitap eden iki devlet başkanı Turgut Özal ile George Bush 'un telefon konuşmasını..
"Turgut, George'u bir daha aradı" başlıklı yazı o..
Kimin arattığı, niye arattığı, ne olduğu hep kitapta..
Maliyeti gayet yüksek bu kitaba Kahraman hiç bir kar amacı gütmediği için, sadece 25 lira fiyat koymuş...
Tüm gelirini de Türk Eğitim Vakfı'na bırakmış..
Yaz günleri için enfes bir okuma kitabı..
Hemen anlatmak isteyeceğiniz akıl almaz şeyler de öğrenerek bir nefeste bitirecek ve bitirdiğinize üzüleceksiniz...
Teşekkürler Arda..
Yaşa Kahraman!..
* * *
Turgut, George'u bir daha aradı..
- - -
Ne.. Zehirli gaz mı?"
Bunu sorarken neredeyse koltuğundan düşüyordu Turgut Özal .
"Evet" diye cevap verdi Kahraman Sadıkoğlu .
Sakin ve kibar bir sesle devam etti:
"Metil bromür ."
"Ama bu resmen kimyasal silah.!"
"Hepsini ancak o öldürürmüş Turgut Bey. Başka çaremiz yok..."
1990 yazının belki de en sıcak günüydü.
Saddam'ın orduları Kuveyt'e girmiş, Ortadoğu yeni bir savaşın eşiğine gelmişti.
Tüm bunlardan habersiz olan Okluk Koyu'ndaki Cumhurbaşkanlığı Konutu'nun bahçesi, denizden esen serin rüzgarı bekliyor gibiydi.
Turgut Özal, karşında masum bakışlarla oturan genç adama doğru eğildi ve bir kez daha sordu:
"Sen ne istediğinin farkında mısın?"
"Biliyorum ama başka çare yok.. Metil bromürü sadece Arizona'da bir şirket üretiyor.. Satmıyorlar da!"
"Satarlar mı adamlar.. Zehirli gazı yahu?"
"Ben araştırdım efendim. Sadece devlet kanalıyla getirtilebiliyormuş..."
"Peki, benden ne istiyorsun Kahraman?"
Kahraman bir an sustu.
Nasıl söyleyeceğini bilemiyordu.
Doğrusu, söylenecek gibi de değildi.
Birkaç saat önce helikopterle istanbul'dan gelmiş, Cumhurbaşkanı ile olan randevusuna tam vaktinde yetişmişti.
Özal'ın çalışma odasında George Bush ile telefonda konuştuğunu, biraz beklemesi gerektiğini iletmişti özel kalemi.
Çardağın altında otururken de uzun uzun düşünmüştü.
Körfez Savaşı...
George Bush...
Kaynayan Ortadoğu...
Ve bunların arasında savaşan George Bush'un orduları!
Bush! Evet Bush! işte çözümün ta kendisi! ABD Başkanı yani.
Çok güçtü elbette, fakat imkansız da değildi.
Ama nasıl söyleyecekti Turgut Bey'e?
Şimdi o an gelmişti işte. Özal bir daha sordu:
"Dilini mi yuttun Kahraman? Ne istiyorsun oğlum benden?"
"Efendim, düşündüm ki... Belki Başkan'ı arayabilirsiniz?"
"Hangi Başkan'ı?"
"Amerika Başkanı'nı.. Bush'u yani. Ancak o çözer bu meseleyi."
Turgut Özal'ın gözlerinin nasıl büyüdüğü, o katmerli gözlük camının ardından bile belli oluyordu. Duyduklarına inanamamış gibiydi.
"Yani şimdi sen benim, Amerikan Başkanı'nı arayıp, 'Hey George, benim biraz kimyasala ihtiyacım var' dememi mi istiyorsun?"
Kahraman cevap vermedi.
Bunun çılgın bir fikir olduğunu biliyordu ama karşısındaki de zaten her zaman böyle fikirlere kucak açmış biri değil miydi?
Nitekim derin bir iç çekişten sonra Özal kararını verdi.
"Peki, bir deneyelim bakalım!"
Az ileride oturan Özel Kalem Müdürü'ne döndü ve emretti;
"George'u bir daha arayın..
(sabah - Hincal uluç )