Kimileri, devletin yapmak istediği barajlara ve kurmak istediği nükleer santrallere haklı olarak karşı çıkıyor. Karşı çıkışın temel nedeni, doğal zenginliklerin ve sular altında kalacak tarihi kalıntıların yok olmaması. Haklılar, çünkü doğal varlıklarımız ile tarihi kalıntılar, geçmişte bu topraklarda yaşamış olanların bizlere bıraktığı, göz bebeğimiz gibi koruyup gelecek kuşaklara aktarmamız gereken bir miras.
Doğal yapının sonradan oluşturulan ormanlar ve parklar gibi bir bölümü, insan emeğinin ürünü. Aynı şekilde, geçmiş yüzyıllardan günümüze kadar kalabilen kaleler, tapınaklar, tiyatrolar, heykeller, mozaikler, … bakır, bronz, tunç, cam, toprak, gümüş ve altından yapılmış kap-kacaklar, süs eşyaları ve takılar geçmişte yaşayanların göz nuru ve emeği ile ortaya çıkmış ürünler.
Bizler genelde insan emeği olan bu ürünlere sahip çıkmaya çalışıyoruz da, bu ürünleri yaratan insanların dillerine, kültürlerine ve torunlarına, yani kendimize, o kadar sahip çıkamıyoruz. Oysa bu topraklarda yaşayan bizler, hangi etnik gruptan olursak olalım, hangi dili anadilimiz olarak konuşursak konuşalım atalarımızın ürettiği kültürel birikimlerin ürünüyüz. Bu kültürel birikimler hem bugün bu topraklarda yaşayanların tümünü zenginleştiren hem de tarihi kalıntılardan çok daha fazla özen göstermemiz, koruyup geliştirmemiz gereken bir miras. Tarihsel miras olan ürünlere sahip çıkıp onların yaratıcılarına sahip çıkmaya çalışmamak olacak iş mi?
Hem bizlere hem de devlete düşen görev, bizim zenginliğimiz olan bizi biz yapan bu kültürleri koruyup geliştirmek. Kültürlerin korunmasının yolu da, o kültürün yaratıcılarının dillerini koruyup geliştirmekten geçiyor. Hatta devletin görevi, farklı kültür ve dile sahip topluluklarla halkların böylesine bir beklenti ve istekleri olmasa bile, o dillerin de yaşamasını sağlamak.