Hasan ın o mel un illetten ölmesinden sonra tam 44 yıl 7 ay daha yaşadım. Yaşadığım bu uzun sayılabilecek ömür bana çok şey öğretti mi bilmiyorum. Belki de Hasan ın ölümü içlerinde en büyüğüydü.
Size daha sonra olanlardan biraz bahsedeyim;
Hasan ın cenazesi ile birlikte herkes ne olduğunu şaşırmış vaziyetteydi. Ben şok olmuştum. Bir ağlama nöbetine tutuluyor, bir anlamsızca etrafa bakıyordum. Arada sırada Dadaruh beni göğsüne sıkıca bastırıyor, bense onu sürekli tekmeleyerek kaçmaya çalışıyordum. Halbuki ne kaçabilecek bir yerim, ne de yapacak bir amacım vardı. Kardeşim ölmüştü.
Annemin yüzünü o günlerden beri çizgili hatırlarım. Daha öncesini zorlasam da anımsayamıyorum. Babam ise görünürde fazla renk vermediyse de daha sonra fark ettiğim üzere sık sık ava çıkmaya başladı. insanların üzerine bir acı kapaklandığında birbirlerine daha sıkı sarılacaklarını sanarız. Oysa ki müsebbibi bilinmeyen bir acıda herkes fail olmaktan korktuğu için kendinden bile kaçmaya çalışır. Sanırım bu yüzden en çok banyoda ağlarız.
Günler biraz ağır da olsa bu şekilde akıp gitti. Ben okuluma devam ediyordum. Dadaruh yaşlanmaya başlamıştı. Annem matlaşmış gözleriyle beni okşuyor, sanki ikiye katlanmış sevgisiyle beni daha da üzüyordu. Evet. Anlayacağınız üzere söz verdiğim şeyi yapmadım. Kaşağıyı benim kırdığımı babama asla söylemedim.
Başlangıçta bu durum beni oldukça üzüyordu ve çok büyük bir vicdani ikilem yaşıyordum. Tabi o zaman bu yaşadıklarımı böyle de isimlendiremiyordum. Bir taraftan da babamın vereceği tepki beni oldukça düşündürüyordu. Bu elbette dayak yemekten korkmak değildi. Tam bir küskünlük de olmayan, ama bir daha asla eskisi gibi bir babaya sahip olamayacağım anlamına gelen bir itiraf olacaktı. Benim gibi olan ama asla benim olmayan bir baba
Zamanla gidişat değişti. Beni yatılı okula yazdırdılar. izmir e gittim. O sıralar çiftliğin durumu düzlüğe çıkmıştı. Okulum oldukça güzel, tertipli ve saygındı. Anlattıklarına göre benim diyen içeri giremezdi. Tek kusurlu yanı gündüz herkesin eşit olduğu ders ve yemeklerden sonra akşam zuhur eden kıdem tazminatıydı. Bu tazminat okula girişte peşinen ödeniyor, mezun olununcaya kadar da yavaş yavaş tahsil ediliyordu. Yani bundan kaçış yoktu.
Geceleri koğuşu yıkıyor, tuvaletleri temizliyor, çamaşırhaneyi düzenliyor, hatta yeri gelince büyük oğlanların boklu donlarını bile çitiliyorduk. Başta bu durum oldukça ağırıma gitti tabi. Ama köşeye çömelip zırlayan hanım evladı akranlarımın çoğundan iyi dayanıyordum.
Asıl canımı acıtan başka bir olaydı. ilk kez taşradan şehre gelen birisi kendini asla onlardan aşağı görmez. Bende elbette böyleydim. Üstelik babam koskoca çiftlik sahibiydi. Mühim adamdı. Unuttuğum ise buradaki oğlanların hepsinin babalarının mühim adamlar olduğuydu. Tabi şu an onları daha iyi anlayabiliyorum. Onlar ehli hayvan ise ben vahşi kurttum. Hal hareketlerimle, kabalığımla, şivemle dalga geçiyorlardı. Gece tuvaleti temizledikten sonra kendi ellerime iğrenerek bakma saatlerimde en çok buna üzülür, ağlardım da ellerimi yüzüme bastırıp saklama lüksüm bile olmazdı.
Elbette zamanla işler kolaylaştı. Bizler üst sınıf olduk. Kıdemimiz arttı, borumuzun sesi duyulmaya başlandı. Enteresandır o zaman gecelerce ağladığım, üzüldüğüm, incindiğim şeylerin aynılarını, belki de daha kötülerini ben de başkalarına yaptım. Şimdi düşününce Oldukça değersiz
Okulum bittiğinde sınava soktular beni. Bu sefer yolum istanbul a düştü. istanbul Yüksek Mühendis Mektebini kazandım. Esas yolumu orada değiştirdim. Tüm yaşamımı imbikten geçirdiğim, Bosch un tabloları gibi ayrıntıdan manaya ulaştığım gizemli yolum, ölümüne süren cümle iştahım, bencilliğim, cümle bağışlanmaz günahım
Fakültedeki ilk günlerim yeni bir şehir, zor bir okul ve çığırtkanlık yapan tipleri zararlı addeden bünyemle bir nevi ortalıkta olup da kaybolma çabası içinde geçti. Genellikle asgari ihtiyaçlarımı karşılamak için kampusa iniyor sonra tekrar yurda dönüp işlerimle uğraşıyor yahut pencereden, o güvenli uzaklıktan etrafı dikizliyordum. Selim le de o ara tanıştım.
Bana göre oldukça özenli giyimi, briyantinli sarı saçları, içtiği filtresiz cigarası ve o yürüdükçe takırdayan ayakkabıları ile benim tam aksime ben buradayım diye haykıran bir görünümü vardı Selim in. Kızlara karşı özensiz bir samimiyeti, arkadaş ortamlarında rahat bir hakimiyeti, ikili ilişkilerde görünmez bir üstünlüğü hep hissedilirdi. En önemli özelliği bunların hepsini derinden, karşısındakini görünmez bir enjektörle uyuşturur gibi yapabilmesiydi. Belki de bunu bir tek ben çözebildiğim için en çok da bana açıldı.
Selim le birlikte önce okul hayatımın, daha sonra ise tüm yaşamımın şirazesi yer değiştirdi. Önce ona ayak diriyor, çağırdığı üç yerden birine, beş işten ikisine iştirak ediyordum. Ama onunla olmak, onunla bir şeyler yapmak ilginç bir şekilde kanıma işliyordu. Bu merak beni günden güne Selim e daha da bağladı. Hissettiğim ne köyde yaşadığım gibi telaşsız ama samimi bir yaşam, ne kardeşimin ölümünden dolayı duyduğum saf pişmanlığın acısı, ne de lisede benle dalga geçtiklerinde duyumsadığım hayvansı utançtı. Daha saf, daha tutarsız, daha kışkırtıcı, daha tehlikeli, ama daha gerçek! Ne kadar anlamsız da görünse gerçek!
Önce ufak tefek politika partilerine katıldım. Tabi daha sonra siyasi görüşüm ve politik tavrım şekillendi ve ben de kendi davamın alemdarı oldum. Daha sonraları onun eğlence alemine daldım. Bu arada Dadaruh un ölüm haberi geldi. Böğürtlen toplarken yılan sokmuş, şehre yetiştirememişler. Derslerimin ve imtihanlarımın çok yoğun olduğu yalanını söyleyerek cenazeye gitmedim. Selim in alemi ise oldukça hareketliydi. Selim in fazla parası olduğunu sanmıyordum. Oradaki kimsenin fazla parası olduğunu sanmıyordum. Ama anlayamadığım bir şekilde her şey deveran ediyor aynı gidiş hiç bozulmuyordu.
Sanırım o partilerden birinde sigaraya başladım. Selim beni Canan adında hoş bir kızla tanıştırdı. Ne kadar kendimi alıştırmaya çalışsam da, ne kadar Selim Bak bu kızlar senin düşündüklerin gibi değil. Kendini sıkma, rahat ol. Oluruna bırak. dese de Canan la konuşmamızın ilk kısmında oldukça utandığımı anımsıyorum. Daha sonrasında alkol ile birlikte yakınlaştık ve ben o partinin arka salonlarından birinde ilk defa bir kadınla tanıştım. ismini hala hatırlamam da herhalde bundandır.
Tabi daha sonra işler hızlandı. Selim le birlikte yürüyüşlere katılıyor, boş zamanlarımızda yeni neşriyatları okuyor, birbirimizle tartışıyor ve partilerde kızlarla sohbet ediyorduk. Zaman su gibi akıp geçerken yaptıklarımız gittikçe daha anlamlı, kendi içinde tutarlı ritüellermiş gibi görünmeye başlıyordu. Bu iki kişilik mikro komünde, geleceğin düşünsel dünyasını elimizde tuttuğumuza inanıyormuş gibi kaskatı olmuş batıyorduk. Ne olursa olsun hızımız başımızı döndürüyordu.
Aradan 2-3 yıl geçti. Artık bende okul çevresinde ve bizim cemiyet içerisinde nüfuzlu hale gelmiştim. Selim le ikimiz bir ortama adım attığımızda etrafımızı hemen birileri sarar, kah şaka yaparak, kah bir konuda görüş sorarak bizle temasa geçerdi. Biz de onlarla ilgileniyormuş gibi görünüp hissettirmeden birbirimize ufacık bir bıyık altı gülüşü atardık. Aslında bu sivrilmemiz tesadüf değildi. Yalnızlık insanı her yerde bulur.
Savaşın bize sıçrayacağının söylendiği, bazı şeylerden mahrum kalınan günlerdeydik. Selim ısrarla Fransa ya gidip birkaç yıl orada kalmamız gerektiğini söylüyordu. Ben ise dilini, kültürünü, anlayışını bilmediğimizi o yerde ne yapacağımız konusunda emin olmadığımı söylüyordum. Bir sabah Selim e askerlik celbi geldi. Bana kapıdan 5 dakika uğradı ve sonrasında 2 hafta ortalıkta görünmedi. Asker kaçağıydı ve yakalandığı yerde silah altına alınacaktı. Olmadı. Onu Meriç yakınlarında başında tek kurşunla vurulmuş olarak buldular.
Böyle başlayan yıkımlar daha sonra hiç dinmek bilmedi. 1 sene içerisinde babam öldü. Çiftliğe dönüp bazı işleri halletmem gerekti. 6 ay kadar orada kaldım. Annem ve çiftliktekiler bendeki değişimi fark etmişlerdi. Çok da saklamaya uğraşmamıştım zaten. Onlardan kopup yere düşmüş bir parçaymışım gibi bana bakıyorlardı. Sanki hastalığımı sağaltmak istiyorlardı. Aynı şeyi ben de onlar için istiyordum.
istanbul a geri döndüm. Yine aynı sefih ama düşünsel yaşamıma daldım. Selim olmadan biraz eksik oluyordu. Ne kadar bir elmanın iki yarısı gibi görünsek de benim pirim oydu. 4-5 ay kadar sonra annemin hasta olduğu haberi geldi. Tekrar çiftliğe koştum. Bir, bir buçuk ay kadar yanında kaldım. Tezek kokusu tekrar midemi döndürdü. Annemi kan kusa kusa ölüme emanet ettim. Bu sefer biraz canım yanmıştı. Çok değil ama yine de en azından bir şeyler hissedebilmiştim.
Annemi gömdükten sonra bir süre çiftlikte kafa dinledim. 15 yıllık kahyamız Abbas efendiye çiftliği emanet edip istanbul a döndüm. Tekrar alkol, yürüyüş, kitap, karşıtlık ve aşk içinde geçen günlere. Yuvarlanan, dans eden, hastalıklı kadınlar gibi bağıran günlere. Acıyla anlamsızlığın harmanladığın, acının kökenini bulamadıkça çerçeveyi genişlettiğin, genişlettikte ortaya çıkan görüntüde aksini gördüğün, kördüğüm olmuş zihnini çözdüğünde tek kalan görüntünün kendi çirkinliğin olduğu günlere. Acının kökeni?
2 yıl kadar da askerde kaldım ancak buna değinmek istemiyorum. Yine de askerliğin beni başka bir anlamda geliştirdiğini söyleyebilirim.
Nihayetinde okul bitti, çiftlik satıldı, istanbul a tamamen yerleştim, 2 evlilik ve 2 boşanma geçirdim. Asla çocuğum olmadı. Mümkün değilmiş. Ben de asla emin olamadım bir çocuğum olmalı mı diye.
işlerim genelde yolunda gitti. Birçok bilinen binanın mimari projesini ben çizdim. ismim duyuldukça namım arttı. Elbette buna mukabil kazandığım para da
Hayatımın son 6 yılında çalışmadım. Anlayamadığım şekilde 30 yıldır içimde uyuklayan bir rahatsızlık tekrar hortladı. Tahmin ettiğiniz üzere bu elbette Selim in ölümü ve yıkılan kulemizin, o bize ait babil kulesinin özlemiydi. Başka bir şey düşünülebilir mi?
Sadece o konuda keşke demiştim. Keşke Fransa ya gitseydik. Keşke orada aç kalsaydık, bizi ezselerdi, dövselerdi, aşağılasalardı da o mel un Fransa toprağına gitseydik. iyice burnumuzu boka sürtselerdi de kibrimiz iyice kabarsaydı. Biz ki iki kinik köpektik
Memnun kaldınız mı? Size hikayenin biraz ötesinden bahsetmek istemiştim. Tüm hayatımı birkaç sayfaya sığdırmamı beklemiyorsunuz herhalde? Hem bazı özel kısımları da kendime sakladım. Tabi yine de aynı sorudan vazgeçmediğinizi biliyorum. O yüzden gereksiz de olsa cevaplayayım;
Şuradan baktığımda artık çok açık görüyorum ki o kaşağıyı kırdığım ve suçu kardeşim Hasan ın üzerine attığım için bir katre bile pişman değilim! Bugün yine olsa yine aynısını yapardım. Ancak bir çocuk bundan pişmanlık duyar! Aşağılanmayı, müstehzi yalnızlığı tatmış, safi acıyı, nedensiz elemi görmüş, bunu anlamaya muktedir kılınmış, deva bulmaya güçsüz edilmiş bahtsız ruh değil! Haydi şimdi hop oturtup hop kaldıralım çılgınlığı! Hoyda! Şen oyuncular, artık düşünmeyen baş! Takla atılabilir sehpalar öyle uzun!