ak kara karisti kursuni oldu

entry2 galeri
    ?.
  1. 1937 yılında ben ilkokul dördüncü sınıftaydım. Yılda adam başına düşen ulusal gelir; dışalım, dışsatım, üretim, tüketim, işsizlik ve enflasyon konularında kimsenin ne bilgisi, ne de bir merakı vardı. Ulaşım ve iletişim araçları gelişmemiş olduğu için; ülkeler arasındaki ilişkiler bir yana, yurtiçindeki bölgeler ve kentler arası ilişkiler dahi bir hayli gevşekti... istanbul'un bir semtinden bir semtine gitmek bile uzunca bir yolculuk sayılır; Göztepe'den Çamlıca'ya, iki günlük hazırlıklardan sonra arabayla, ancak gece yatısı konukluğuna gidilirdi... Toplumlar arasında kalkınmışlık üstüne kıyaslamalar yapmak da, kimsenin aklına gelmezdi.
    Saygınlık için "hali vakti yerinde olmak" yeterliydi. Ve "hali vakti yerinde" olanlar, yoksullardan küçümsemeli bir acımayla söz eder; iş arayan, düşkünlüğe uğramış uzak bir akrabayı anlatırken de:
    - Elde yok başta yok, çalışmasın da ne yapsın zavallı, diye hayıflanarak başlarını sallarlardı.
    ***
    Her yaşam, bir değişmezlik tablosu içindeymiş gibiydi... Beslemeler tulumbadan su çekerler; uşak bahçeyi sular, tavuklara yem verir ve uşak odasının çıngırağı çekilerek çağrıldığında, hemen arka kapıya seyirtirdi. Bey ise yaz akşamlarında gelişmiş bir ceviz, yahut kestane ağacı gölgesinde, şezlonga uzanarak, çiçek göbeklerine karşı nargile içerdi...
    ***
    Büyük hanımlarla küçük hanımlar, iş fazla sarpa sarmadıkça, kendi aralarındaki sorunlarla erkekleri bunaltmazlar, dedikodularıyla yakınmalarını birbirlerine kaş göz işaretleri yapa yapa, fısıltılı seslerle anlatırlardı.
    ***
    Herkes için yaşam bir yazgı işiydi. Zenginlik de yazgı işiydi, yoksulluk da yazgı işiydi. Bu yazgıyı değiştirme olanağı olmadığı için, herkes talihine katlanmak zorundaydı.
    Bu değişik yazgıların tek ortak yanı, kimsede ne buzdolabı, ne çamaşır makinesi, ne radyo, ne TV, ne elektrik süpürgesi, ne de elektrikli ütü olmasıydı.
    ***
    Paralısı da, parasızı da karpuzu kuyuda soğutur, yemekleri teldolabına kaldırırdı. Sadece zenginler, gaz lambalarının fanuslusunu yakarlar, yoksullar ise idare lambasının biraz daha büyüğünden öteye çıkamazlardı. Bir de zenginlerin borulu gramofonları vardı.
    ***
    Toplumlar arasında da, teknolojinin uçurumları, baş döndürecek boyutlara ulaşmamıştı. Süvari kılıcıyla piyade süngüsü aynı kalitedeki çelikten olduğu için, asıl güç, yüreklilikteydi. Ne kıtalar arası füzeler, ne uzay uyduları, ne süpersonik jetler, ne de nükleer enerji, kimsenin bildiği şeyler değildi...
    ***
    Alaturkayla alafranga arasındaki ayırım, teknik açıdan çok, ahlak açısından yapılırdı. Bunun için de çok uzaklara gidilmez, Fatih ile Harbiye'den örnekler vermekle yetinilirdi. Fatih, ahşap evli, pencereleri kafesli ve beyaz perdeli; kadınları başörtülüydü... Harbiye, kâgir apartmanlı, pencereleri açık, kadınları kısa kollu ve şapkalıydı. Alaturkadan alafrangaya geçmeye kalkmış kızların serüvenleri, "cumbadan rumbaya" diye anlatılırdı. Ve alaturkaya hep prim verilirdi.
    ***
    Bir gün başörtünün Harbiye'ye, kısa kolun Fatih'e atlayabileceği ve Kasımpaşa afisiyle argosunun, her semtin sokağında bayrak açacağı; ne Tokatlıyan'da beş çayı içenlerin, ne de Fatih'te ikindiyi kılmaya gidenlerin hatırıyla hayalinden geçerdi...
    ***
    Yarım yüzyıllık bir süre içinde alaturka alafrangayı belinden sarmaladı, alafranga ise alaturkanın dudaklarına, uzun öpücüklerle sokuldu.
    Bugün Eyüp'te plaja giden bir tek kadın bile yoktur diyebilir miyiz? Nasıl ki Maçka'da da kurban kesmeyen kalmadığı gibi...
    ***
    Eski beylerin, altında nargile içtikleri ceviz ve kestane gölgelikleri ise, taşra patlamasının özel otolarına çoktan park yeri oldu. O günkü sığırtmacın torunu, bugün Münih'te lokanta işletiyor. Eski müşirlerin torun çocukları ise, yapsatçılardan yedikleri kazıkların beddualarında, Marmara'ya vuran akşam güneşinin ılık şıkırtılarına bakıyorlar.
    ***
    Bu, kimsenin öngörmediği bir değişimdir. Büyük bir değişimdir. Bir hayli gecikmiş bir değişimdir. Sel baskını gibi olacağına, kültür ve akıl barajlarının düzeni içinde olsa, çok daha kıvançlı bir çekicilikte görünecekti.
    Vaktiyle yaşam tablolarının donmuşluğuna olan inanç; teknolojinin küçültüverdiği bir dünyada, öylesine bir aldanış gazabına uğradı ki, şimdi nerede neyi atladığını dahi araştıracak durumu kalmadı.
    ***
    Bu değişim sürecektir. Bir yandan alaturkalığa verdiği primi artırırken, bir yandan da alafrangayla olan öpüşmelerini uzata uzata değişecektir.
    Yarım yüzyıl sonra yaşayacaklar da:
    - Vaktiyle, diyecekler, otomobili olanlara, videosu olanlara özenir, TV'mizi renkliye çevirmek için taksit hesapları yapar dururduk... Şimdi ise uçan halı gibi uçan arabalarla oradan oraya gidenlere; haftada iki kez öğle yemeğini Roma'da, akşam yemeğini Londra'da yiyenlere özeniyoruz...
    Çapaçulluğumuz bir yana, Türkiye'nin; tarihindeki en büyük sıçramayı yapmakta olduğuna inanmayan kimse de kalmadı zaten...

    cetin altan
    1 ...