günümüzün belki de en önemli ancak en bastırılmış meselelerinden birisidir.
bugün gördüğüm, yaşadığım birkaç olay sayesinde yine beni düşündürmeye sevk etmiştir.
hırsızlık yapılmış bir ortamda, mazlum ile mahkum olması gereken hakkında duyduğum "vicdani" duyguların aslında ne kadar büyük bir ikilem yaşadığını anladım.
ya da bir dilenci ile üstü başı düzgün (dilenci olunca üstü başı düzgün olmuyor tabi. dilenci de ne kadar ayıp, gurursuz bir kelime halbuki) bir kadının arasında geçen:
-adana'da iş yok ya
-iş yoksa git ankara'ya istanbul'a
-adananın insanında iş yok
-karalıyorsan adana'yı git o zaman
-karalamıyorum vs vs..
konuşmaya kulak misafiri olmak da yine düşündürücüdür.
mazluma, suçluya ya da çaresize acırken, bir yandan da küçük şeylere duyulması gereken vicdani rahatsızlığı duyamıyorsak, vicdanı sınırlamışız demektir. yere attığımız bir çöp tanesinde bu vicdan bizi rahatsız etmiyorsa, ya da suçluya ya da mazluma duyduğumuz acıyı duyamıyorsak, ortada kesinlikle yanlış bir değer var demektir.
vicdan bir yerde tehlikeli de. önüne gelen her olumsuz tabloya vicdanen tepki vermek bir zaman sonra "yeterince kötü bir dünyada" yaşıyor olmanın verdiği zorunluluktan ötürü, alışkanlığa dönüşürse, bünyeye zararlı olmaya başlar. kişiyi karamsarlığa iter, kalbinde her daim bir sızı barındırır.
"söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil."
işte bugünün insanının içine kısılıp kaldığı kafeslerden birisi...