hikayeler, romanlar gibi geniş zeminli mekanlar değildirler. bir karakteri bir yerlerde bırakıp bam-başka konuların ve karakterlerin peşine düşerseniz ya hikaye uzayıp sıkıcı bir hal alır ya da dengeli değinmelerde bulunamadığınız konular bir zembil misali havada asılı kalırlar.
düştük kız'ın peşine güzel güzel gidiyorduk. aniden 'beş yıllık ömrünün kaldığını' öğrendik. doktor 'gönlünü hoş tutun' dedi. tabii beş yıl, bir insanın gönlünü hoş tutmak için oldukça uzun bir süre. yani, anan olsa tutar mısın bilmem! her neyse, ayrı bir mevzu, bizler okuyucu olarak konunun talihsiz kız teması üzerinde döneceğini beklerken kızcağız yok oldu. evet! tam anlamıyla sırra kadem bastı!
bir süre boşlukta sürüklendikten sonra kendimizi, adeta bir ortaoyunu sahnesinin içinde bulduk;
" -Ha ha! Haklısın yaşlı dostum!
-Ha ha! Bana yaşlı diyene bak sen de bu konuda pek kuru sayılmazsın..."
sonra, diyalogların hep; ha ha! şeklinde başlaması. nedir bu? özel bir amacı mı var? eğer öyle ise ben anlayamadım.
yazdığım hikayelerde benim de sık yaptığım bir hatadır; aşırı detaycı olmak. yani, hayalimdeki şeyi okuyucuya o kadar detaylı bir biçimde anlatma gereği duyarım ki; o okuyucu ya sıkılır ya da kendisinin salak yerine konduğunu düşünerek sinirlenir.
" Bu öyle bir daktilo ki başınıza kötü bir şey geldiğinde bu daktiloya hemen bir kâğıt koyup, başınıza gelen kötü olayı detaylarıyla yazarsınız ve sonra bu kâğıdı daktilodan çıkartıp buruşturup atarsınız. işinizi daha sağlam yapmak istiyorsanız yakarsınız. Bu işlemde; imha ettiğiniz kâğıtla beraber her şey sanki hiç yaşanmamış gibi başa döner. Sonrasında olayları olmasını istediğiniz gibi başka bir kâğıda yazıp duvara astığınızda bir de bakmışsınız hepsi gerçek olmuş! işte bu daktilo, bu işe yarar yavrucuğum..."
yukarıdaki metinde yazarın, her hangi bir dilbilgisi hatasına düşmeden ve olabildiğince anlaşılır bir biçimde; 'kutsal daktilo'nun kullanım şekli üzerinde yaptığı tarife harcadığı zaman ve emek, belki de tüm hikayeye harcadığı kadardır. bu öylesine kötü bir durumdur ki bu açıklama yapılmasa olmaz, yapıldığında da hikayenin akıcılığına uymaz! lanet olsun der ve yapabildiğiniz en güzel haliyle koyarsınız gereken yere.
sol düşünün beyinlerimize çaktığı platin bir çivi gibidir realizm. aslında bir yaşam biçimidir ve onun kılıcı durumundaki mantık, gerçeğe uygun olmayan hayalleri daha beyinde, henüz oluşma evresindeyken kılıçtan geçirir. özgürce hayal kurma yeteneğimizi, ufkumuzu ve yaratıcılığımızı kısıtlar. bu nedenledir ki bir yaşar kemal; ince memed'le devleşirken küçük prens'i o bilindik tadıyla asla yazamaz.
örneğin, ne çok istemişimdir; uçurumdan atladıktan sonra havada bir kuşa dönüşüp süzülerek yere inmeyi ama nerdee! değil hikaye, masal yazsam yine de yapamam. bir takıntı bu, cidden öyle!
bence bu hikayenin en eleştiriye açık tarafı; yazarının, sıcaklık ve samimiyetini okuyucuya yansıtamaması olmuş. okuyucu bunu hissettiği anda, okuduğu hikayeden tat alamaz olur. ya terk edip gider ya prensiplerini çiğnememek adına ya da sırf merakından okumayı sürdürür-bitirir ama kendisine bu eziyeti çektiren yazarı asla unutmaz.
'çok da umurumdaydı!' diyebilirsiniz elbet! ancak, yazar olma sevdasına düşmüş namzetler unutulmamalıdır ki kötü ün tahmin edildiğinden çok daha çabuk yayılır.