dün akşam istanbul city's nişantaşı avm'de galası gerçekleştirilen dizidir.
efendim, çiçeği burnunda dizimizle ilgili kuru bilgimizi verdikten sonra, dilerseniz gala izlenimlerimizi paylaşalım.
gala programına gitmek için motive edici başat unsur, çocukluk ve ilk delikanlılık yıllarımda, aşkın bedene bürünmüş sembolü olarak kabul ettiğim, sebla gözlerinin her bir kıvrımında imana geldiğim türkan şoray'ın orda olacağını öğrenmekti.
hayallerde büyütüle büyütüle nerde başlayıp nerde bittiği belirsizleşen bir dilber'in, gönüllerde birike birike uçları gökleri tarayan uzun kirpiklerin ve sözcüklerin etkileyicilik kazanmak için kapısını çalmaya mahkum olduğu hilal kaşların temaşası... her bir oynayışında bana kadınlığı, her bir duruşunda bana anaçlığı, bana sıcaklığı ve bana efsunlu dünyaları nakış nakış anlatan o zeytin karası gözleri... işte, dilim varmıyor ama, birimizden birimiz gözlerini kapamadan bu dünyaya, iki çift gözden biri çürümden toprak altında, dünya gözü ile görmek istedim aşkın tarifi olan gözlerini...
neyse efendim, vardık nişantaşına. daha avm'ye girer girmez doğa rutkay'la karşılaşmak, bu gecenin oldukça renkli geçeceğinin habercisiydi. kokteylin verileceği alana geçip de gerekli hazırlıkları yaptıktan ve iş paylaşımını tamamladıktan sonra konukların teşriflerini beklemeye başladık. dantelli minili hanımefendi kokoşların teşrifleri ve yerli malı justin bieber makyajlı concon veletlerin ortalıkta afili cakalarla turlanmaları ve her ortamda aynı bok olan lakin böylesi bir ortamda isminin önüne beyfendi sıfatı yerleştirilen erkeklerin ortama doluşmaları ile yavaş yavaş hareketlendik.
onca sosyetik simanın arasında gözüme ilk çarpan kişi, yine bir çocukluk sevdam oldu. mütevazı adımlarla kalabalığın arasından geçen ve ilerde biryerlerde gösterimin başlamasını tek başına bekleyen kişi, hakan ünsal'dan başkası değildi. fotoğrafçıyı ardıma takıp usul ama heyecanlı bir yürüyüşle yanına gittim.
+hakan abi... (hakan bey falan değil.) hakan abi, nasılsın?
-(oldukça mütebessim ve samimi bir yaklaşımla) eyvallah kardeşim. iyiyim sağol. sen nasılsın?
+(mutluluktan sorduğu soruyu pas geçerek) abi, biz seninle büyüdük. mutluluğumu tahmin dahi edemezsin.
-eyvallah kardeşim. sağolasın.
+abi bi fotoğraf...
-tabi tabi... ne demek.
sonrasında bir parça daha muhabbet ve ardından, işten dolayı yanından ayrılmak... küçük hakan orda öyle yalnız bir şekilde gösterimin başlamasını beklemeye devam etti. devam etti ya, samimiyeti ve sıcakkanlılığı ile, hayallerimi cilaladığı ve sempatimi pekiştirdiği için gönlümde büyüdükçe büyüdü.
neyse efendim kokteyl başlamıştı. şarap şişeleri ardı ardına boşalmakta, ortalıkta dolaşan görevliler, servis tepsileri ile hanımefendilerin ve beyfendilerin mezelerini taşımakta ve flaşlar ardı ardına patlamaktaydı. gazetecilerin hayhuyu, yüksek sosyetik ve güncel medyatik simaların dedikoduları, servis elemanlarının koşuşturmacası falan derken, ortam iyice kıvama gelmişti. bu esnada dikkatimi çeken birşey oldu. servis elemanlarından birisi, sigara böreği türevi * bir meze ile doldurulmuş tepsiyi taşımaya çalışıyordu. mezeyi tepside, tepsiyi de havada gören yüksek sosyetik zevatın, kibarlık sınırlarını fazlası ile aşan hamleleri ve adeta mezeyi avuçlama mücadeleleri gerçekten görülmeye değerdi. eleman onların arasından zorla sıyrılıp da ilerlediği vakit, onu beklediğimi hissedercesine yanıma yaklaştı.
+abi, insanı insan eden para değil; kültürdür. dedi.
güldüm.
güldü.
güldük... sonra o işine, ben işime...
tolga karel'in gelmesi, şehvetli kadınları; ıssız adam'ın gelmesi zamane aşk manyaklarını dalgalandırdı. tabi şu gazetecilerin, görüntü kapma çingeneliği yok mu... arkadaş, her ortamın içine ediyorlar bunlar. tamam, işindir amenna... tamam en iyisini yapmak istiyorsun amenna... ama bunu yapmak isterken izdihama sebep olmak, insanları germek, ortamı tatsızlaştırmak da nedir arkadaş... işte böylesi bir hayhuy içinde yıldız yağmuru başladı. elimi sallasam bir ünlüye denk geliyor, başımı çevirsem, bir ünlünün nefesi nefesime karışıyor; nefes alacak olsam, onlarca ağdalı parfümün ağırlığı içimi sersemletiyor... böyle bir şey işte. artık ortam öyle bir hal aldı ki, o ortamda en imtiyazlı insan kimdir diye soracak olsaydınız, istisnasız bütün parmaklar beni gösterirdi. çünkü bir ben vardım aralarında ünsüz olan, aralarında farklı olan ve tabi ki bir tek ben vardım, aralarında caka satılacak olan. ee haliyle bütün gözler bana çevrilmişti. Ne tarafa gitsem, kıçımın dibinde bir ünlü bitiyordu. Hadi benimle fotoğraf çektirmek istesin, hadi beni pohpohlasın, Hadi bana hayran olduğunu söylesin diye yanımda biten ünlüler; onların bu beklentileri boşa çıktıkça daha da ateşlenip birbirlerini iteklemeye başladılar. Neyse efendim, ortam gerginleşmesin diye lavaboya çıkmaya karar verdim.
Lavaboda ellerimi yıkayayım dedim. Yanımda kır saçlı biri bitti. Başımı doğrultup aynada yüzüne baktım. Göz göze geldik. Gördüğüm gözler;
+metin uca ile aynı lavaboyu kullanıyorsun ahbap. Tadını çıkart; şeklindeydi.
Ben de bakışlarımla cevaben;
-bu ortamda caka satabileceğin tek insan benim. Asıl sen hizaya gel dostum; şeklinde mukabelede bulundum ve ellerimi (bkz: sensörlü kağıt havlu makinesi)ne uzattım. Anında avuçlarıma temas eden kağıt havluyu görünce, bizim emektar sensörlü makineye içten içe selamlarımı yolladım. Ve metin uca'ya göz ucuyla dahi bakmadan lavabodan çıktım.
Arkadaş, bunlar salgın bir virüs gibi... her yeri doldurmuşlar.
Cafeye oturmak geçti içimden. Hay geçmez olaydı. Karşı masada, Kır sakallarını entel patinajlarla sıvazlayan Sinan çetin'e haz yaşatmak istemiyordum çünkü. Göz göze geldik.
+beni görmek, seni mutlu etti anlaşılan; demek üzereydi ki, gözlerimle kestirik bir mukabelede bulundum:
-bana caka satma mutluluğunu o kadar rahat elde edemezsin ahbap dedim ve boğaza bakıp içli bir şekilde sigaramın ilk ve son nefesini çektim. Sigaramı küllüğe basıp cafeden çıkarken, koridorun karşı ucundan bana doğru mesafe kat eden kırmızı pijamalı adamı fark ettim.
Aradaki mesafenin azalmasıyla doğru orantılı olarak, detayların belirginleşmesine tanık oldum. Göğüslerinin çatalına kadar inmiş dar bir body ve üstüne salaş bir ceket ve çuval göt- boru paça kırmızı bir pantolon ve kaba kaba çirkin botlar... yüzündeki şımarık ve heyecanlı atikliği görünce, yine aynı diyalog diye geçirdim içimden. Canım sıkıldı. Adam gözlerini gözlerime dikerek bana yaklaştı.
+ahbap, tolga karel'e bu kadar yakın olmak nasıl bir his; demesine fırsat vermemek için, tuttum yanımdan geçen görevliye salon kapasitesi ve davetli sayısı hakkında sorular sordum.
O esnada omzuma çarpan bir omuzu hissettim de, tolga'nın hezeyanıdır diyerek dönüp bakmadım bile.
Sonra... sonrası işte işin en zor olanı...
işin gırgır şamata kısmı bir yana, o artistten o artiste koşan, misal, ali ağaoğlu'nun yanındaki kızın dedikodusunu yapanlar ya da istanbul valisi ile aynı karede bulunmak için çaba sarf edenler, riyakarlıklar, hileler, aptallıklar, anlamsızlıklar, maskeler bir yana...
hepsi bir yana...
ben o gözlerin ardı sıra gitmiştim. O gözleri devasa bir mıknatısa çeviren, nakış nakış işlenmiş hayallerimin ve tasavvurlarımın motivasyonuyla gitmiştim. Bir çift göz demedim. iki kaş, birkaç kirpik demedim. Efsunlu bir tebessüm demedim.
Ben oraya, inançlarımın bir kadın simasında nasıl tecelli ettiğine şahit olmak için gittim.
Ben, bir hasbihale gittim ki, mahiyetine ben bile yabancı kaldım.
............
Uzaktın. Bunaltılmış bir haldeydin. Belli ki, dinginliğe ihtiyaç duyuyordun. Belki de ben öyle olmasını arzu ediyordum. Yüzlerce gözün, yüzlerce riyakar maskenin menzilindeydin. Gözlerin dolaşıyordu insanların yüzlerinde. Ellerini tutarak yeni yetmeliklerini kamufle etmeye çalışan oyuncularla birlikteydin.
Ama sen başka bir derinlikteydin. Tebessümün bile emanetti. Bakışların kaçamak...
ve ben bir köşede durmuş öylece seni izliyordum. Duygularım dolup dolup gözlerime kadar yükseliyor, yüzümdeki maskenin tazyikiyle gerisin geri aşağıya inmeye mahkum kalıyordu.
Bakıyordum sana, bazen içim ezilerek. Bakıyordum sana, bazen dudaklarımı kasıntılar içinde bırakan hayranlıklara gark olarak.
Ben, öylece durmuş, seni izliyordum. Ömrüm kadar uzun olan benden habersizliğini kanıksamış bir halde, seni izliyordum. Ta ki, sen beni afallamalara gark edene değin. Ki bıraksalar, bir ömrü, yüzünün kıvrımlarında olgunlaşan tefekkürlerle tüketebilirdim. Hem nerden bilebilirdim ki, aniden kafanı kaldırıp da onca insanın içinde, onca hayhuyun içinde başka hiç kimseye ve başka hiçbir yere bakmadan doğrudan doğruya gözlerimin içine bakacağını... ve öylece gözlerini gözlerimde takılı bırakıp yumuşak bir tebessümde karar kılacağını...
hepsinden gözlerimi kaçırdım, hepsinden kaçtım da, işte senin o tebessümünde, senin o yorgun yüzünde tam yirmi beş yıl öylece asılı kaldım.