gerçeğin pespayeliği

entry1 galeri
    1.
  1. " bazen sana özeniyorum, biliyor musun baba? oturduğun yerden izliyorsun herşeyi sakin sakin... dışarıda savaş çıksa umrunda olmayacak. " diye söylendi tekerlekli sandalyesinde oturmuş, boş gözlerle yere bakmakta olan adama. hızlı hızlı topladı odayı ve babasının tekerlekli sandalyeden yere düşen hırkasını astı kapının arkasındaki askılığa. "ben çıkıyorum." dedi. "bir iki saate kadar dönerim, acıkırsan da biraz sabrediver artık. "

    seksen yaşındaydı reşat bey. iki yıldır boynundan aşağısı felçliydi. algıları açıktı fakat konuşamıyor, hareket edemiyordu. en küçük kızı figen bakıyordu ona. üç odalı evinin en küçük odasını reşat bey'e ayırmıştı. altını alıyor, yemeğini yediriyor, odasını havalandırıyor, temizliyor, arada bir de sitem edip ağlanıyordu babasına. karısının ani ölümüyle yıkılmıştı reşat bey ve bir gün mutfakta kendine türk kahvesi yaparken aniden tüm bedeni uyuştu, yığılıp kaldı olduğu yere. felçliydi artık. bir başkasına bağımlıydı, küçük kızı figen'e...

    *

    reşat bey'in odası bir yatak, bir tekerlekli sandalye, bir giysi dolabı, giysi dolabının üzerindeki yüklükler ve bu yüklüklerin arasına sığıntı gibi yerleştirilmiş bir daktilodan ibaretti. kırk sene adliyede memurluk yapmış, emekli olur olmaz da hemen adliyenin önünde arzuhalcilik yapmaya başlamıştı. işte o emektar daktilosu, eski günlerin yadigarı o daktilo, belkide geçmişinden yanına taşıdığı en vefalı arkadaşıydı.

    *****

    perdenin kenarından güneş geliyordu yüzüne. figen perdeyi tam kapatamamıştı demek ki. sol yanağı yanmaya başladı sıcaktan ve arzuhalcilik yaptığı günleri anımsayıverdi hemen...

    sultanahmet sıcağı da bir başkaydı yazları. kavururdu adamı. adliye'nin önünde, güneşten kavrulmuş teniyle simitçi bekir söylenmeye başlardı: " allah'ın işine karışmak gibi olmasın da, bu sıcaklar adamın iflahını kesiyor. bari azıcık esiverseydi yahu, bize de günah. bir ayran ister misin reşat memurum? "

    dört beş yudumda içiverirdi ayranını reşat bey... kendine gelir, gözleri daha bir açılır ve daha bir hevesle yazmaya devam ederdi arzuhalleri. bazen de, kendisini bildi bileli adliye önünde dilenen dilencinin yanına gider, simidini yarıya böler, dilenciye verirdi.

    " allah razı olsun. " derdi dilenci.
    " allah senden de razı olsun. " diye karşılık verirdi reşat bey.
    " ben yaşamıyorum ki reşat memur. allah benden razı olsa ne yazar? herşeyimi aldılar benim. bak iki kuruş paraya, bir lokma simide muhtaç kaldım. ben ölüyüm reşat memur. allah senden razı olsun, benden değil. sen hür adamsın bak, istediğini yaparsın. allah senden razı olsun da, çoluğuna çocuğuna helal lokmalar götür. "

    hep dinlerdi dilenciyi ve dokunaklı hayatını... varlıklı bir aileden geliyordu aslında dilenci, okumuş bir adamdı hem de. zamanla işleri batmış, evine haciz gelmiş, bütün ailesini kaybetmişti. bir kaç kere intihar etmeye kalkışmış, becerememişti. bir keresinde kolonya şişesini dikip içmişti, yine becerememişti ölmeyi. gözleri kör olmuştu üstelik. ve artık adliyenin önü, onun mesken tuttuğu tek yerdi.

    " ölmeyi bile beceremedim reşat memur. bu ne demek bilir misin? bunları sen hakettin, öyle kolay kolay ölmek yok, yaşayacaksın demek. her gün biraz daha öle öle yaşayacaksın. bazı adamlar, ölmeyi bile beceremezler reşat memur. şuradan geçen insanların vereceği iki kuruşa muhtaçsan eğer, ölmeyi bile beceremezsin. ağır ağır ölürsün, yaşaya yaşaya ölürsün. dilediğini yapamayacak haldeysen eğer, dilediğini yapanlardan hayat dilenirsin. "

    ***

    sol yanağı iyice kızarmış, sol gözü kanlanmaya başlamıştı. düşünüyordu. adliyeyi, karısını, kendisine -onlarındabakılacakbirailesiolduğuiçin- bakmayı reddeden diğer evlatlarını, torunlarını, tekrar adliyeyi, simitçi bekiri, dilenciyi, adliyeden çıkan mutlu, mutsuz, şaşkın insanları... ve hafifçe başını kaldırıp, dolabın üstündeki daktilosuna baktı. hayatının hemen her anında ona arkadaşlık eden daktilosuna. kapadı gözlerini, içi geçti hemen. rüyaya daldı.

    ***
    rüyasında dilenciyle upuzun bir kumsalda yürüyorlardı. dilenci kör değildi üstelik. kumsalın ne kadar uzun olduğundan bahsediyorlardı birlikte.
    ***

    kapının sesine uyandı reşat bey. "geldim baba." diye seslendi kızı. "gelene kadar da öldüm vallahi, çok sıcak. dur yemeğini getireyim."

    elleriyle yedirdi babasına lahana dolmasını, suyunu içirdi, bir güzel ağzını sildi. "bizim kıza çeyizlik birşeyler aldım. " dedi. "yarın öbür gün evlenip gidecek, el kapısında rezil olmasın." güldü. "getireyim de yerleştireyim şunları."

    zar zor taşıdığı, koca iki yorganla odaya geri döndü. "bunları aldım." dedi. "yalnız evde yer yok, her taraf tıklım tıkışık. senin daktiloyu kaldıracağım. eskiciye de söylemiştim sabah, gelip alsın diye. durduk yere yer kaplıyor. kimsenin işine yaramaz bu saatten sonra." sandalyenin üstüne çıkıp, daktiloyu dolabın üstünden kaldırdı: " üfff! eşek ölüsü gibi de ağır!"
    ***

    gözyaşlarını serbest bırakmak için kızının odadan çıkmasını bekledi reşat bey. kızı çıkar çıkmaz da bıraktı kendini. yaşlar yanağından süzüldü, ağladı, ağladı.. en yakın dostunun gidişine ağladı, ona nefes veren tek şeyin onu terk edişine ve tüm bunlar olurken derdini anlatamayışına ağladı. ona bakan tek evladı figen'in, onu en yakın dostundan böyle rahatça koparabilmesine, ona eski günlerini hatırlatan yegane şeyin iki yorgana peşkeş çekilmesine ağladı. gözleri acıdan yanana kadar, göz kapakları uykuya teslim olana kadar ağladı.

    *****

    " dilediğini yapamayan insanlar, dilediklerini yapabilenlerden hayat dilenirler. " diyordu dilenci ona rüyasında. "unuttun mu sana söylediklerimi?"
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük