Ayağa kalktım ve bağırdım. "Sen orospu çocuğusun ulan!" gırtlağıma sarıldı. "Ağzından çıkanı kulağın duysun yoksa ağzını da sikerim kulaklarını da." alışıktım buna. Alışık olmayan oydu. ilk kez böyle bir tepki verdim. Ben hem kendi tepkilerime alışıktım hem de onun benim gırtlağıma atılmasına. Boğazımdaki morarmış parmak izleri bunu sık sık yaptığını itiraf ediyordu çünkü. "Bırak lan! Çek elini" diye fısıldadım. Aslında bağırmak istedim ancak gırtlağımdaki el buna izin vermedi... Elini gırtlağımdan çekti. Karşıma geçip oturdu. Bir sigara yaktı. Bir tane de bana uzattı. Camel Soft. Kısa. Oflamasından anladım, benden bıkmıştı. Yaptıklarımdan, ani çıkışlarımdan, inadımdan.
"Neden böyle yapıyorsun oğlum sen?"
"Hiç."
"Ne demek hiç? Neyin kafası bu amına koyim"
"Hiç. Belki bir miktar esrar."
"Esrar mı içiyorsun lan?"
"Hee. Noldu ki? içmeyen mi var?"
"Sen adam olmazsın pezevengin evladı"
"Sen oldun da n'oldu? Annemi kanser etmedin mi?"
"Karıştırma o işleri bak sinirlerimi tepeme çıkartma benim"
"Tamam olur."
Ceketimi aldım. Evden çıktım. Sonbahardı. Ayazdı. Hava buz kesmişti aynı zamanda kan kokuyordu ve de kömür. Altı saat yürüdüm. Tanımadığım, bilmediğim bir mahallede açtım gözümü. Bir bankın üzerinde. Artık ok yaydan fırlamıştı. Geride kalmıştı altı saat önce yaşadıklarım. Tekrarı olmayacaktı. Babamı kaderine terk etmiştim. O alışıktı terk edilmeye. Annem de terk etmişti onu. Sıra bendeydi. Hainlik bazen gerekli bir tavır halini alıyordu. Gerekliydi. Gereken yapılmıştı. Çocuktum ama terk etmeyi biliyordum, terk edilmeyi de. Zaman geçti. Daha zarar veren olayların içerisinde buldum kendimi. Bir kadını öptüm mesela. Bir kadını ilk kez dudağından öptüğümde artık çocuk olmadığımı anladım. Sonra bir kadını daha öptüm. Sonra bir kadını daha. Sonra bir kadını daha. Sonra kafamı geriye çevirip baktım, çocukluğum elimin uzanıp da dokunamayacağı kadar uzakta, olabildiğine flu bir fotoğraf gibi duruyordu. Netlik ayarları yanlışlıkla makineyi kurcalarken yapılmış bir makineyle çekilmiş fotoğraf. Zaten öyleydi. Ayarlarım bilmeyenler tarafından kurcalanmıştı. Bozulmuştum sonra ben de. Yapacak bir şey yoktu. Yarı bozuk, başı bozuk, boz bulanık devam edecektik. ilk kez bir kadını öptükten sonra sıra işin diğer tarafının tadına bakmaya gelmişti. Kanlı kısmına. Ayın karanlık yüzüyle tanışma vaktiydi. Hazırlıksız yakalandım. Ezildim gibi göründü her şey. O kadının bilmediği bir şey vardı. Bir kadın tarafından ilk kez yüz üstü bırakılmıyordum. Annem, annelik görevini yapmış, beni hayatım boyu defalarca karşılaşacağım bu çetin mevzuya çok küçük yaşta hazırlamıştı beni.
"Ben gidiyorum, seni terk ediyorum" demişti gülümseyerek. Gülümseyerek bunu ifade etmesi, onu gözümde çirkin bir kadın yapmıştı. Ben de sigara yakmıştım sonra. Lucky Strike. Üç nefes çektim derin derin. Ben de gülümsedim. "Ben hazırlıklıyım bunlara güzelim" dedim. "Beni terk eden ilk kadın sen değilsin" Hiddetlendi. Tadına baktığı ürün taze görünüyordu ama aynı ürün ilk kez tadına bakılmadığını söylüyordu. Elindeki çantayı kafama geçirdi. "Orospu çocuğu!" ben tok bir kahkaha daha patlattım. O gitti. ilk kadının annem olduğunu öğrenememesi, onun için dezavantajdı. Üzülmüştü beni ilk ısıran hayvan olamamanın verdiği etkiyle.
Sonra zaman geçti. Pek çok kadını öptüm. Bir sürü. Bazılarıyla da seviştim. Eksildim. Bir sigara yaktım. Sonra bir şiyir yazdım. Oturup ağladım. Bu kısır döngü sürekli tekrar etti kendini. Artık bayat bir film gibi geliyordu. Heyecanını yitirmiş bir sevinç gibi... Bir gün bütün bunlardan yoruldum. Bir kadını öpmekten yoruldum. Bir kadınla sevişmekten yoruldum. Bir sigara içmekten yoruldum ve de bir şiyir yazmaktan yoruldum. Lanet ettim. Babama yaptığımı kendime yaptım. Bu kez ceketimi almadım. Yazdı. Hava sıcaktı ve de yürümedim. Koştum. Beşiktaş'a kadar. Yaklaşık 2-3 kilometre. Bir banka oturdum. Akşamdı. Karşı tarafta ışıklar yanmıştı. Ara sıra ambulanslar geçiyordu. içimden "inşallah ölür" dedim. Ölse kurtulurdu çünkü o ambulanstaki her kimse. Hem bu kadar insanın arasında olup da ne yapacaktı ki? Hepsi göt. Sevdiklerini sandığı insanları aslında sevmemesi, aslında o insanların da onu sevmemesi. Acı bir gerçekti. Utanırdı belki bunların farkına varsa. Zaten öyle olur. Gerçekler hep utanç vericidir. Bir Lucky Strike daha yakacak oldum. Paket boştu. Yan tarafta oturan sevgililere yaklaştım. Endişeyle baktılar.
"Bir sigara ver lan."
hiç sesini çıkartmadan verdi. Tinerci sandı beni belki de. Sigaramı yaktım. Oturduğum banka doğru devam ederken arkamı dönüp seslendim, "Korkma oğlum, tinerci değilim. Kendimle hesaplaşıyorum sadece." Anlamadı. Anlamasını beklemedim. Zaten kimsenin seneler boyu beni anlamasını beklemedim. Banka oturdum. Düşündüm saatlerce. Esrar mı kurtaracaktı beni? Yoksa alkol mü? Yoksa uyuşturucu hap mı? Yoksa antidepresan şeyler mi? Neydi ki kurtarıcı? Din mi? isa mı? Allah mı? Para mı? Sabaha kadar düşündüm. Bazen aklıma geldi, beynimi Diyarbakır malı kubara yatırmam gerektiği gibi şeyler. O zaman uyuşurdum. Uyuşursam düşünmezdim. Öyle yaşar giderdim işte. Herkes kadar herhangi biri olarak. Telefon çaldı. Babaannem arıyordu. Altı sene olmuştu görüşmeyeli. Ben aramamıştım. O da aramamıştı. Muhtemelen her gün Ana Haber Bültenlerinde cesedimi görmeyi umut ediyordu. Hayırsız bir adamdım çünkü. Uyuşturucu kullanan, babasını terk eden, ailesini terk eden, namaz kılmayan, Allah'ın emirlerine karşı gelmeyen ama uygulamayan da aynı zamanda... Neden yaşadığını bilmeyen bir hayvandım babaannem için. Ölsem hayırlısı olurdu ona göre. O yüzden her gün haberlerde cesedimi görmeyi umut ettiğine iddiaya girebilirdim. Telefonu cevaplamak gerekliydi.
"Alo"
"Baban öldü."
hayatımdaki en kısa telefon konuşmasıydı. Aynı zamanda en kaos içerikli. Sanki telefonun içinde bir karadelik oluşmuş, kulağımın içinden bütün ruhumu, enerjimi emip götürmüştü. Daha telefonu cebime koymadan bir daha çaldı. Bilmediğim bir numaraydı. Hiç adetim değildi tanımadığım numaraları açmak ama kontrolsüzce davrandığımdan açtım. Karşımdaki ses bir karakoldan geliyordu. Arkadan duyulan telsiz sesleri, telsizin içinde geçen o mekanik konuşmalar... Polis de babamın öldüğünü tescil ediyordu. Artık devlet kontrolünde bir piçtim. Resmi evraklarda piç yazmayacaktı belki ama kahvede, meyhanede, okulda vs. her yerde "bu piç" diye işaret edecekti parmaklar. Devlet biraz daha anlayışlıydı bu konuda. Yetim yazacaktı resmi evraklarda. Ki devlet, ölüm bile demiyordu kibarlık olsun diye. "Vefat etmiş" dediler polisler. Kibardılar. Hiç olmadıkları kadar. Tanımasam, bilmesem devleti de sevebilirdim o an, polisleri de. Çünkü yalnızdım. insan yalnızken yılanlara sarılıp uyuyası geliyor. 21. yüzyılın koynunda, itina ile yalnız bırakılmıştım. Yalnızlaştırılmıştım. Kaybetmeye programlanmış gibi... Ve görkemli bir cenaze töreniyle de piçleştirilmiştim. Artık beynimi esrara yatırma vaktiydi. Belki kafayı çeker, sağa sola saldırırdım. Kalabalık gruplara. Döverlerdi beni ve kafama aldığım darbelerle ölürdüm. Nefis olurdu bu. Zihnimin beni ele geçireceğini düşündüm. Ayağa kalktım. Sahil boyu yürümeye devam ettim. Zihnim mi beni öldürecekti ben mi zihnimi. Kaçıncı raundda bitecekti bu maç? Hep guardını almış bir boksör gibi mi dolanacaktım ortalıkta? Bir Lucky Strike daha yaktım. Durdum. Derin bir nefes çektim. Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Güzeldi. Yıldızlar parlıyordu. Bağırdım.
"Senin ben ta ananı sikeyim hayat gibi de, gökyüzü gibi de. Amına kodumun parlayan yıldızı."
Yıldıza çok kızmıştım. Gökyüzüne de. Ben böyle ağlarken, o bu kadar görkemli bir şekilde parlayamazdı. Devlet onaylı bir piç olduğumdan, kimsem de yoktu yıldızlardan başka küfredebileceğim. Bütün gökyüzü benimdi ne de olsa...