vasi yolculuğu

entry1 galeri
    1.
  1. vasi yolculuğu
    *
    “tak-tak-tak, tak tak-tak tak-tak- tak-tak tak tak. “
    *
    bir durak öncesinde yoğun şekilde duman bastıran havasıyla, dışarı çıkmanın itici olduğunu anlatan şehri henüz geçmişlerdi. insana daracık gelen bu yolculuk kabinlerinde, pek çok karamsar düşünceye dalmak mümkündü. havanın en kapalı olduğu, hatta yağmur ve karın eksik olmadığı mevsim normallerinden birinde; olası tüm pollyanna’ların uykuda olduğu saatlerde tren durdu. bu sırada ben de otobüsün nihai varış yerinde olduğumu fark ettim.

    yerimden kalkıp, her zaman bana sadık şekilde boynunu büküp bekleyen çantamı; bıraktığım halde bulup elime aldım. soğuk ve karanlığın üzerime işlediği daha çok da sindiği bir akşamın ertesinde güzellikler olacağını düşünemezdim. doğruca, tren garına varmak için ne kadar vaktim olduğunu hesapladım. ve o anda bile çoktan beklemeye koyulmalarından sıkılan bir grup insana; rehberlik edeceğimi endişeli hallerimden birinde düşünmeye başladım. buradan yürüyüp metroya binmem 10 dakika… metronun hareket etmesi 6 dakika… yarım saat sonra tren garına varacağım. bu kesin. “ölü ya da diri”. birden bu çağrışım, kafamda şimşekler çakarak ıslatmaya başladı bedenimi. bir nevi uykunda işemek gibi, nereden baksan rahatsız edici. tüm bu zaman zarfında, uzun süre ayrı kaldığım kitabıma dönebilirdim.

    “kendime diyaloglarım” – “mehmet süreyya ilgeç”.

    eskiciye verilen pek çok eşyanın içinden daima işe yarayan ve ancak o “eşşekli, mandal satan adam” gittikten sonra fark edebildiğiniz bulunması zor meta gibi. aynı zamanda, bir halt olmayışından ve neredeyse hiç adet üretilmiş bir şey oluşundan kaynaklanıyor…

    biletimi tersinden katlayıp, on defa ortasından yırtmaya çalıştım. ne yazık ki bir kağıdı en fazla sekize katlayıp ayırabiliyorsunuz. böyle bir gerçek var. bu yüzden henüz altıncı yırtışta bu emelimden vazgeçtim. kalan durak sayısının, bekleyen insan sayısına oranı birdi. bu, “23” saçmalığı gibi; saate baktığında “14:53” görmek gibi, pek çok defa aynı kaltağın “pardon” deyişi gibi. sürekli…

    eğer ihalenin şirketime verilmesini sağlayamazsam, daha özgür ve bir o kadar işsiz olacağım. bu yüzden metronun biraz daha hızlı gitmesi için, dua dağarcığımın diplerinde kalan yakarışlarımla meşgul olmayı deniyorum şimdi...
    saate bakıyorum da… yuh! on iki(24/12) olmuş lan! birden uyanıp geç kaldığın sınava yetişmeye çalışmak gibi bu iş. neyse ki benden önce karşılayan deniz, kurtarıcım olmuş bugün yine...

    m. süreyya ilgeç kitabında şöyle diyordu “kurtarıcı olarak beklediğimiz, kendimiz, öyle meşgulüz ki; gelemeyecek olduğumuzun ve kendimize yetişme ihtimalimizi çoktan öldürdüğümüzün bile farkında değiliz”.
    üvey olmak ne demektir bilir misiniz? bilemezsiniz. on dört yaşıma kadar ben de bilmezdim. o günlerde, daha önce hiçbir büyüğümün elime almama izin vermediği bir kitabı, bulabildiğim en gizli yerlerimde okuyordum. kitap, ne sürükleyici ne de macera doluydu veya yetişkinlere dair. ne kadar vakit geçerse geçsin, aklımdan çıkmıyor hala...
    “bazı insanların hayatımıza bıraktıkları gölgelere, ardından gelen insanları fener olarak tutup; bir iyilik yaparken kendimize, ışığını paylaştığımız kişiye haksızlık mı ediyoruz? yoksa bir parçamız olmasına izin vererek, onu hissedarımız yaparak, bize olan tutkusuna karşılık vererek, borcumuzu mu ödüyoruz?”

    ne dediğini anlamadığım bu kitapta; elli üçüncü sayfa, beşinci satırda bunu söyleyerek hayatımın yönünü bir uçurumun yamacına ve bir o kadar da hayatın logarlara akan pisliğine çevirdi. m. süreyya ilgeç. m. süreyya ilgeç...
    çok sonra neden okumama izin verilmediğini öğrendim. hep böyle olmaz mı? yasaklarsınız, delinip geçilir. kurallar, acıların birlik ve bütünlüğüne engel olamaz. bu yüzden, bugün bu soğuk havanın tam ortasında; her zamankinden farksız şekilde ruhumu yakıp geçen bir zinciri saçlarıma bağlamış halde işimi yapıyorum.

    “deniz! var ya! helal olsun canım! sana nasıl teşekkür edilir ki...” deniz. deniz edeyan. tek varlığı ben olduğum için, en büyük teşekkürlerini borçlu; ne istersem onu yapmaya mecbur kadın. hayatın bizi savurduğu derin kuyuların dibinde, ayakta kalmayı öğrettiğim kadın. acımasız diye her arkadaşının eleştirdiği ben(im), ona tüm varlığımı verip; dini inancım haline getirdiğimden habersizdiler.

    -canım, bay hestler; fikirlerini duyunca çok şaşırdı. sen sunumunu yapmadan şirkete haber verdiler bile. bu iş senin. yani şirketin!
    “nasıl?” tek cümlemi duymadan, nasıl kabul ederlerdi? oysa daha dün akşama kadar etkileyici bir sunum olmazsa fikirlerinizin önemi yok demişlerdi. ah deniz! insana, kendine ikna olması için öyle bir şey yapıyordu ki... anlatması zor, anlaması imkansız bir şey doğrusu. şeytan tüyü dedikleri şeyin bir kademe üstü. “nasıl yaptın bunu yine! hahhah”.

    deniz’i bulduğumda on üç yaşındaydık. ikimiz, aynı yaşta öylece çırpınıp duruyorduk. kimsesizliğimizin bataklığı, bizi yavaş yavaş yüksekçe bir tepeden sahile doğru baş aşağı çekiyordu. aynı kazanın bir ucunda o, diğer ucunda ben vardım. o güne dek ve belki hayatlarımızın sonuna dek, bizim için en değerli mücevherleri kaybetmiştik. birbirimize duyduğumuz tek anlık nefret, bunu farklı kılmadı.

    o gün, ananeme yetişmek için gidiyorduk. seksen üç yazıydı. hava en az bugünkü kadar soğuktu gece ve bu çok saçmaydı. hiçbir işarete inanmadım. hala inanmıyorum. o akşam, bu soğuk gecenin gelişini haber veriyordu kayıp giden arabamızın çarptığı dört çeker. bir cipi parçalayabilme kabiliyetini, nasıl olur da sedan toyota’mız becerebilmişti anlamış değilim. devrim olmuştu. hemen ardından yabancı marka her şeye, insanların öcü bakışları arasında; babam o okyanus mavisi güzelimi almıştı. büyüdüğümde benim olacağına tüm hayalimle inandığım... lanet olsun ki! olmadı...

    babam, dünyamın en usta şoförü; evrenin en kartal gözlü insanı, bir anda gelip çatan migren krizi sırasında direksiyon başında olduğu için yitip gitmişti. hemen yanında annem... babası ledin edeyan... bir tek mihrimah edeyan kurtulabilmişti ikimizin dışında... kadere inanmadığım için başıma geldiyse tüm bunlar, şimdi daha da inanmıyorum. çünkü o gün, deniz; birbirimize bağlanışımızı anlatıyordu gözlerinden durmaksızın akan yaşlarıyla. yıllar ne kadar ve ne hızla geçerse geçsin, hep suçlandım. ailemin her şeyi mahvettiğine dair suçlamalara karşı tek dayanağım da deniz oldu. mihrimah hanım, elinden geldiği kadar beni uzaklaştırmaya ve yabancılaştırmaya çalışsa da yapamadı. hem kocasına olan inanılmaz benzerliğim hem de kızının bana olan sevgisi sonunda buna engel olabildi. her ne kadar onun gazabından kurtulsam da ailemden kimse kalmayınca, dayımın velayetinde geçireceğim dört yıl koca bir azaptı. ne yaparsam yapayım, bir türlü aramızda kan bağı dışında basit ve hatta kolayca kopabilecek bir merhamet ağı bile yoktu bakışlarında. daima en sonda oturduğum sofrada, en güzel yiyecek ve içeceklerini paylaşırlardı. sevgileri dışında her şeyini paylaştı dayım benimle. çünkü; ondan da annemi almıştım. babam umurunda bile değildi. annemle evlenirlerken bile sinirinden evlerinin kapısını ve kolunu da kırışıyla karşı çıktığını anlamışlardı. nedeni belirsiz şekilde. bana öyle hiçmişim ve pislikmişim gibi bakardı ki; utancımdan halıdaki desenleri hayal meyal hatırlayıp çizdiğim defterleri yüzüme bastırırdım. her türlü imkanı sağlardı evet, başıma kakmakla ve mutlaka “teşekkür ederim, efendim!” dememi bekleyerek. yıllarca içimi öyle ezme uğraşında oldu ki; ben o evde “üvey”dim, “çıkma evlat”tım. bunu gerçekten üvey olan ancak bilir.

    dayımdan, on sekizimin ilk günlerinden kurtulunca; her anımı deniz’le geçirme fırsatını buldum. annesinin yayınevinde birlikte çalışmak, bizim için öyle büyük bir nimetti ki. o kimsesiz halimle tek sevincimi bana veriyordu işte. her şey bu denli iyi ve hızlıca yoluna girerken mihrimah edeyan, o yıllarda yabancı düşmanlığının hortladığı bir günde öldürüldü. iki katlı ve bahçeli evlerinin girişinde yüzü yerle bitişik ve gözleri kan içinde son nefesini verirken karşısında sadece ben vardım. belinde onlarca bıçak darbesi ve boynundaki geniş izden yavaşça süzülen kanını durdurmak için hiçbir şey yapamadım. sadece izledim. çantasındaki bin mark için katledilmiş. sürünerek sokağın bir ucundan evin kapısına kadar gelmiş. ben gördüğümde son birkaç saniyesini yaşıyordu. ancak nefesi kesilince anlayabildim. yanına koştuğumda gözlerini kapatmak dışında yapacak hiçbir şey kalmamıştı. deniz uykusundan uyandığında, polisi, ambulansı ve pek çok şeyi gördü. annesini otopsi için götürdüklerinde koşup yetişmeye çalışmasına engel olmadım. arkasından yavaşça yürüdüm. bu kadar şeyin beni ulaştırdığı soğukkanlılığa küfrederek yürüdüm. soluğu kesilinceye kadar ağladığında sarıldım ona. ciğerlerime ve sırtıma vurmasına aldırış etmedim. rahatlayacaksa hatta çözüm olacaksa beni oracıkta öldürmesine bile razıydım. yine de bunu yapmazdı. hayata olan tek bağına, en güçlü duygusuna sarılabilirdi tek. öyle de yaptı.

    bugün 3 nisan, onca şeyin üzerinde kalan kazanın on yıl sonrasında; işe güce dalabilecek kadar küllenmeye başlamıştı pek çok şey. yayınevi borçlarından dolayı kapatılınca, kendimize okulumuz bittiğinde bulduğumuz bu işte birlikte yer bulmuştuk. simültane çeviri yapan iki insan olarak, belki “kendimizce”den türkçe’ye aktardığımız sevinçle; bir şeyler içmek için yola koyulduk.
    “bir kez daha soruyorum deniz. nasıl becerdin bu sefer?”
    -baba tarafından ermeni’ymişler. iki kardeşler. onlara kendi dilimizde projeni anlattım. çok beğendiler. geç kalman işe yaradı yani!

    gülümsedi. çift gamzesi yer yüzüne çıktı yine. gülümsedim. her zaman yaptığı gibi, iki elinin serçe parmaklarıyla yanağıma uzanıp sakalımın üzerinde iki hayali gamze çizdi. bu kadını bu yüzden seviyordum. en az benim kadar hayalci ve en az benim kadar çocuktu. biz, büyümeyi çok önce bırakmıştık. bunu sadece ikimiz anlayabiliyorduk. “kendimizce” birbirimizin dışında bilenin olmadığı o garip ve evrenin en mükemmel dili sayesinde.
    “seni...”
    -evet? beni... (gülümseyişini görüp de şaşırmamak için gözümü kapatıyorum)
    “seni, bıraktığın; park yalnızlığı kokunda buldum sevgilim
    gitmedin benden öteye ve bir o kadar kanatlarını açıp kaçıvermedin kollarımdan özgürlüğüne
    toprağın sunduğu yağmur ertesi, buluşup koklayışında konaklıyorsun hala
    ben bir yıldırım gibi varıp sonsuz ruhuna dalarken incinmedin
    içine hüzün karışan o camdan mavinin gölgesinde, yeşil baktın bana hatta
    ve seni öyle sevdim de yanına geldim
    şimdinin kelepçesini kırıp bu sert mermeriyle aramızdaki kalbi
    parçalıyorum huzurunda, huzur içinde yat
    uykuna dalıyorum...
    (m. süreyya ilgeç)” bana o kitabı, başucumun şövalyesini hiçbir büyüğüm okuma izni vermedi.
    çünkü ben mehmet ilgeç, babamın kitabını okudum yıllarca. vasiyetini yerine getirmemem için verilmeyen bir izindi bu. oysa benim de hiç niyetim yoktu...

    -seni...
    “evet? beni...”
    -seni, kendime yaratılmış tüm düşlerin veremeyeceği mutluluğumdan çok; varlığıma sebep olduğunca seviyorum. öyle bencil seviyorum ki; beni yaşattığın için, parçam olduğun, ben olduğun için. seni seviyorum.
    yemek masasından kalkıp yanına geçtim. saçlarına doğru süzüldü ruhum, kollarımda hafifledi ve tüm o insanların bakışları arasında bağırarak “benimle evlenir misin!” dedim.
    -e-vet! şimdi yerine geçip beni daha fazla utandırma olur mu!?
    “bir dakika, hay ceketimin cebini... arabada unutmuşum. hemen geliyorum bekle.”
    -eh, o kadar beklerim beyefendi.

    öyle güzel gülümsüyordu ki; o gece için duyduğum tüm azabın kaynağı haline geleceğini bilemeyecek derecede sarhoş olmuştum o an. arabaya doğru koşar adım ve çokça da yalpalayarak gittim. o lanet lüks restoranın camları neden şeffaftı? neden? beni görüp, heyecandan yanıma koşmaya başlamıştı deniz. topuklu ayakkabıya olan nefretim, bir anlık aksayışıyla caddenin tam önüne düşmesiyle oluştu. arada tam yedi saniye geçebildi. öylece onu görmeye çalıştım. trafiğin ortasında kalakalmıştı...

    tüm kainat oracıkta ezilmişti...

    ezilmiştim...

    tam göğsümü çiğneyip alt etmişti beni lanet otomobil....

    yanına koştum. kanatlanıp koştum. faydası olmayacak şekilde. bu sefer ki ayrılığa yine bir otomobil, bu lanet insan yapısı sebep olmuştu. filmlerden bir sahne gibi kollarıma almaya çalıştım. kalbi atıyordu hala! nefes alamıyordu. ve kalbi durdu. kalbim durdu. gözlerine baktım, yeşilin her tonunda ağladım. sonrasını hatırlamıyorum.

    ben ona bakir umutlarımı verdim utanmadan. o bana tüm gülüşlerinde en bakir olanı sakladı daima.
    ben ve o yoktu. bir olmuştuk. bense tek kalmıştım. tüm özlemin içinde babamın vasiyeti çok açıktı. tak! tak! sesleriyle size ulaşan hikayemi yazmamı o istedi. bu yüzden mat gri renginin içinde, kocaman siyah demir parçalarıyla içime işleyip dağlayan daktiloma; her harfini ağlayabilesiniz diye daha baskın vuruyorum ezberimden. sana geliyorum deniz. siz de bilin böylece; bunca olayın başında tamir edilen ve hayatımı tamir edemeyecek olan daktilom en son bunları yazdı:

    tak-tak-tak, tak tak-tak tak-tak- tak-tak tak tak.
    ben gidiyorum.

    m. s. deniz ilgeç.

    -seyyar(motto)
    0 ...
bu entry yorumlara kapalı.
© 2025 uludağ sözlük