çocuk parkı

entry22 galeri
    13.
  1. 'gerçek' nedir?..
    birçok anlamı var bu kelimenin..
    benim sorduğum ise, nasıl desem;hani yaşanmış bir şeyin gerçekliği..
    yani bir insanin 200 sene yaşamayacağı ya da dünyanın güneş etrafında döndüğü gerçeği gibi birşey değil sorumda vurgulamak istediğim..yada tarihsel bir gerçek de değil, o zamanki bütün insanların ve belki tarih yazarlarının şahit olup zamanın ilerisine aktardıkları olaylar da değil demek istediğm..
    aslında; kabul edilme şekillerini ve şartlarını kıyaslarsak ve biraz da zorlama ile, benim sormak istediğim de aynı tür gerçeğe girebilir;ama benim kastettigim, yukaridaki gerçekler gibi makro düzeyde olmayan;doğruluğu için bir yada birkaç insanın onayına ihtiyaç duyulan gerçeklik..
    dünyanin güneş etrafinda döndüğünü bizzat gözleriyle gormese de, belli bir eğitim almış her insan bu dogrulugu kabul eder..Tabii eğer bu kişi, tüm insanlığın işi gücü boşlayıp ağız birliği etmişcesine ona karşı büyük bir oyun içerisinde olduğuna inanacak kadar hastalık derecesinde paranoyak değilse. Kişi bu denli hastalıklıysa zaten, kendine dünyanın yuvarlak olup olmamasından çok daha köşeli dertler edineceğinden, bu durumdaki kişileri kendimize referans almazsak, biraz önce bahsettiğim öğrenilmiş gerçekler her insan için geçerlidir.
    ama insanin sadece kendisinin dogrulayabilecegi birşey;hatta kendi gözleri ,bedeni ve ruhuyla yaşamış olsa da, diger milyarlarca insanın kabul edemeyecegi bir durum arzediyorsa, inanin 'gerceklik'kavramınız büyük bir darbe yiyebilir..siz ve geriye kalan bütün insanlık;sizin farkında olduğunuz ama insanlığın hiç haberi olmadığı ,daha önce hic girişilmemiş bir tartışmaya girersiniz kendi içinizde..
    insanlığıin kabul edebileceği gerçeklik, almış olduğunuz kültür ve eğitim ve hatta öğrenim;sizi öyle bir kalıba sokmuştur ki;kendiniz gibi olan başkalarının inanmayacağından emin olduğunuz birşeyi kendinize de inandırmak istemezsiniz..
    iste öyle bir hikaye benimkisi..
    henüz 6 yaşımdaydım..doğrusu altı yaşımdan günler almıştım..
    kış ayının yağmurlu, soğuk ve çocuklara sokağa çıkmayı yasak eden etkileri tükenip baharın kemikleri ısıtan güneşi parlamaya başladığında ,biz de sokağa atardık kendimizi..bu sabahtan aksama kadar süren sokak hayatı, sonbahar bitip de geldigini inkar ettigimiz kış mevsiminin ,bizi hasta edip yatağa düşürmesi ve bu konuda annelerimize itiraz hakkımızın kalmayacağı bir sonraki kış mevsimine kadar sürerdi.
    bahar yeni gelmişti..sabah kahvaltısını yapmış, annemi kızdırmamak adına sıkıca giyinip sokağa çıkmıştım.
    sokaga ilk çıkan ,diğerlerinin evine uğrar, teker teker oyun arkadaşlarını toplardı..önce iki kişi olunur, sonra o iki kişi ,bir üçüncünün evine gider ve bu ,sayımız en az beş olana kadar böylece devam ederdi..
    olur da arkadaslarımızdan biri hasta ise, ayakkabılar çıkarılıp eve, onun yanına girilir, sırayla geçmis olsun denir, bu arada annesinin yaptığı limonata içilirdi..şansımız yaver giderse, limonatanın yaninda ikişer kurabiye ve bazi günler kek bile yerdik..ne yalan söyleyeyim; bazen arkadaşlarımızın hastalığı ,bizi bundan memnun edecek kadar ikramlara vesile olurdu..
    ogün, kısa bir turdan sonra sayımız beş olmuştu..hasta ve cezalı yoktu..
    ben, benden biraz küçük ismet;benimle yaşıt olan Mecit ve Hakan;bizden bir yaş büyük olan Özkan..
    Her zamanki gibi site inşaatının olduğu alana gittik..
    bizim mahallemizde çocuk parkı yoktu. çocuk parkı lükstü bizim için. o zamanlar devletin uyguladığı lüks tüketim vergisi henüz yokken hatta lüks kelimesi ve anlamı hayatlarımıza girmemiş bir kavramken bile bunu hissedebiliyorduk. çocuk parkı, senede bir yada iki kez anne babayla gidilen fuarda ziyaret edilen ve salıncağında beş dakika sallanmak için en az 15 dakika sıra beklenmesi gereken, kolay erişilemeyen bir parktı bizim için.
    bu yoksunluk, o zamanlarda değil de ileriki dönemlerde anlayacağımız üzere, hayattan zevk almanın ve kendi parklarını kendi kendine yaratmanın zoraki iradesini ve hayal etmenin gücünü kazandırmıştı bizlere.
    Örneğin; kabası bitmiş inşaatlar en büyük oyun alanımızdi o sıralar; bir nevi çocuk parkıydı bizim için..hele bir de ,herhangi bir inşaatın önünde yeni dökülmüş kum bulursak, demeyin keyfimize..hemen inşaatın birinci yada ikinci katına çıkar; tazecik kum bayatlayana kadar sırayla defalarca üzerine atlardık..
    daha sonrasinda, sönmemiş kireç bulursak; hemen bu gibi durumlar için önceden kenarda köşede sakladığımız birkaç kahverengi ilaç şişesini zulamızdan çıkartır, kırıp ufaladığımız kireci şişenin içine boşaltıp ağzına kadar su ile doldururduk..kapağını kapatıp bir köşede siper alır, şişenin bomba gibi patlamasını izlerdik..mantığımızın kabul edemediği bu sihirli olayı hergün yaşamak, yaşadıkca şaşırmak bir alışkanlık olmuştu bizim için..abilerimizden ögrendiğimiz bu tehlikeli oyundaki patlamanın sebebini ,abim birkaç kez anlatmıştı..ama ne yalan soyleyeyim, ben o zamanlar anlamamıştım
    dediğim gibi, etrafımız yeni yeni inşaaatlara gebeydi..
    olur da yeni bir inşaatın temeli kazılmaya başlanırsa, ogün başka birsey yapmayıp
    bu olayı izlerdik..greyderin toprağı kazışını, çıkardığı toprağı sırada bekleyen kamyonlara dolduruşunu, kepçenin estetik dolu o mekanik hareketlerini büyülü gözlerle nefes almadan izlerdik..
    koca koca kamyonlar ,kolyelere dizilmiş inciler gibi peşi sıra gelir, inşaatin temelini kazan bu greyderin önünde, kraliçe arıya biat eden işçi arılar gibi sıraya dizilirlerdi. uslu uslu sıralarını bekleyen kamyonlar arasinda, ben en çok (kanım çekmis herhalde)selvi boylum al yazmalım filmindeki bmc turu olanlarını severdim..hayata isyan edercesine, her 30-40 saniyede bir""cıııızzzt cıııızzzzztt" diye ses cikarırdı bu modeller.. çocuklar arasında herkes kendi kamyonunu seçer, yükleme sirasının ona gelmesini beklerdi.. kamyonuna sıra gelen kişi, bir adım öne çıkar ,ellerini koltuk altında birleştirir , bu şekilde diğerlerinden bir adim önde dururdu ve hep beraber o an hayatlarımızdaki o en teknolojik o en mekanik o en bilim dolu şeyi izlerdik.. greyderin tırmıklı büyük kasesiyle kamyonu dolduruşu, en büyük duygu patlamasıydı. ahh hele o son dokunuş yok muydu! kasası dolan kamyona haznesindeki son toprağı boşaltan greyderin, yavrusunu seven bir ana gibi büyük kepçesinin altıyla ,kasada yığılmış toprağı ezmek amacıyla kamyona o son dokunuşu,,daha doğrusu kamyonun sırtını şefkatle okşaması..duygusuz makinaların duygu dolu vedalaşması gibiydi;merakla izlenen finalin mutlu sonla biten haliydi bizim icin..
    bu yapımı süren inşaatlar haricinde, tek ilgimizi ceken bina; dış yüzeyine kaplanmış turkuaz, mavi ve kırmızının değişik tonlarındaki küçüş mozaikleri ve yerden tepeye kadar yekpare camdan giris kapısıyla, bir yapıdan çok;nazlı ,şirin bir gelinin utangac güzelliğini akla getiren, o süslü uzun boylu apartmandı..akşam güneşiyle parlayan yüzü, henüz hiçbir kıza ilgi duymamış bizlerin gelecekteki duygularına sanki cok önceden tercüman oluyordu..
    her öğleden sonra yaptığımız gibi, bakkaldan aldığımız gazozları yudumlarken, karsı kaldırımına oturup, kendinden çok buüyük bir kıza bakan çapkin çocuklar gibi izlerdik bu binayı..
    aramizda en büyük olan Özkan'dı..o sene okula başlayacaktı..bir nevi önderimizdi..
    o yaşlarda önemli olan o bir yaş farkın, fiziki ve duygusal bütün avantajlarını cok iyi kullanıyordu. maç yapılacağı zaman, takımı o kurar, topun çizgiyi geçip geçmediğine o karar verirdi..
    gazozlarımız yenice bitmişti..birden Özkan ayağa kalkıp''haydi girelim bu apartmana''dedi..
    önce şaşırdık bu teklife..dışına aşık olduğumuz bu kız gibi güzel apartmanın icine girmeyi hiç düşünmemiştik daha once..
    evet, inşaatı süren binalarda geçiyordu günümüz..ama tamamlanmış ve gözle görülür bilindik sahipleri olan bir apartmanın içine girmeyi hic düşünmemiştik o ana kadar.
    kimse daha once söylememiş olsa da, yanliş birşey olduğunu biliyorduk belki de..
    hepimiz;müstakil yada iki katlı evlerde yasiyorduk, bir sürü kapıya ev sahipligi yapan
    apartmanlar belki bu yuzden ilgimizi çekiyordu..ama bu ilgi düzeyi, içine girmek soz konusu olduğunda, sadece inşaat anlamında kalıyordu..hepimiz yaramazdık ama sınırlarımızı bilen iyi aile cocuklarıydik, akıllı ve saygılıydık ayrıca..
    tereddüt içinde birbirimize bakarken, Özkan çoktan ayaklanıp ,apartmanın kapısına yönelmişti bile..
    daha fazla düşünmeden onu takip ettik..ardına kadar açık kapıdan içeri girdiğimizde, tertemiz bir koku kapladı ciğerlerimizi..bu sonradan anlayacağım ve öğreneceğim üzere, temizliğin kokusuydu..katları teker teker soluksuzca çıktık..
    amacımız neydi şimdi hatırlayamıyorum ama en üst kata vardıktan sonra biraz dinlenip ,birşeyler bildiğini yada planladığını umdugumuz Özkan'ı takip ederek terasa ulaşan küçük kapıya vardık..kapıyı açıp terasa çıktık..
    pürüzsüz zemini, etrafında çevrili korkulukları ile tam bir oyun sahasını andırıyordu..
    ilk yaptığımız, korkulaklara koşturup bir müddet manzarayı izlemek oldu..yedi katlı apartmanın terasından gördüğümüz bu manzara, o ana kadar şahit olduğumuz en güzel manzaraydı..terasın bir köşesinden bakınca, uzaktaki irili ufaklı evlerin arasından deniz görünüyor;bir diğer köşesinden ise sokaktayken sadece zirvesini görmeye alışık olduğumuz dağın, bütün yamaçları ayırt edilebiliyordu..terasın bir diger yanından aşaği bakınca; hemen yanımızdaki ,kısa boylu yaşlı apartman, üzerinde olduğumuz binanın küçük kardeşi gibi boynunu bükmüs; incir ağaçlarıyla dolu kendi bahçesiyle dertlesiyordu sanki..bahçesi yoldan en az üc adam boyu kadar asagida, yasak gözlerle arasına incir yapraklarını sıkıştırmıs, kendi halinde yaşlı bir adam gibiydi..
    böylece, terasın dört bir yanına koşturup her köşesinden asağı baktık..
    beni en cok etkileyen ise, bu yandaki apartmanın incir ağaçlarıyla süslenmiş bahçesiyle gözlerimize sunduğu olgun kuşbakışı manzara olmuştu..güneş batana kadar terasta aklımıza gelen her oyunu sırasıyla oynadık; köşe kapmaca, elim sende, körebe ve en sonunda da buldugumuz bir çam kozalağıyla maç bile yaptık..
    o günden sonra her fırsat bulduğumuzda, başı bağlı ,başkasına ait bu güzel binanın en tepesinde, çapkınca bu oyunlarımızı sürdürdük..
    hikayenin çarpici noktası burdan sonra başlıyor işte..
    takip eden yaz mevsiminin sıcak bir günüydü..
    her zamanki gibi öğlene kadar oynamış, güneş yakıcı yüzünü gösterdiği sıralarda evlerimize dağılmıştık..
    öğlen uykusuna hiç alışamamıştım..nadiren uyur ,uyuyamayacağımı anladığım zamanlarda kalkar evde vakit geçirirdim..o zamanlar gündüz televizyon yayını olmadığı için, bu vakit geçirmeler genelde evde kendi kendime uydurduğum oyunların bas kahramanı olarak yasanır;güneşin yakıcılığını yitirdiği ikindi vaktine kadar da sürerdi..sonrasında tekrar sokağa çıkar, arkadaşlarımla öğleden önce biten maceralarımıza devam ederdik..
    o gün ,yaşıma ve bedenime göre cok büyük olan yatağımda ,kendimi ne kadar uyuşuk hissetsem de, bir türlü uyuyamamıştım..uyuyamayacağımı anlayıp kalktım, salona gittim..
    altına girerek, kocaman tekerini direksiyon yapıp oynadığım dikiş makinaıi hiç çekici gelmedi bana..telleri kopmuş plastik gitarım zaten hayata küsmüştü..annemin arasıra hamur açtığı ,diğer zamanlarda ablam ve abimin ders calıştıkları kısa boylu tahta masa;her zamanki uzay mekiği görüntüsünden çok farklı göründü gözüme, masa sadece masa gibiydi. banyoya gidip kasıklarımı ağrıtan çişimi bosşalttığımda biraz kendime geldim..
    sanki bir suç işlemenin farkındalığında sokağa çıkmaya karar verdim..
    anahtarimin cebimde oldugunu kontrol edip kapıyı kapatıp çıktım..
    dün gibi hatırlıyorum; iki katli evimizin baktığı sokak, başından sonuna kadar göz alabildiğince bomboştu..bu şaşırtmamıştı beni..çünkü; o zamanlar sokakların boş olmasından ziyade dolu olması şaşırtırdı insani..''beşte devre onda biter '' türü maçlarımızı ,yoldan geçen herhangi bir araba yüzünden bölmeden ve ara vermeden kesintisiz bir şekilde sonuna kadar oynayabilirdik mesela..benim gibi uyuyamamış bir arkadaş bulma ümidiyle dolaştım sokakta..buluştugumuz tenhalara baktım, sokağın arkasındaki bos arsayı kolacan ettim..ama kimseyi bulamadım, yapayalnızdım..sonrasında kendimi, ulu, süslü, güzel apartmanımızın önünde buldum birden..
    ardına kadar açık dış kapısı bana ''gel'diyordu..duyuyordum, duyabiliyordum.
    bilinen kokusu ve tenhalığına aldırmadan terasına çıktım..
    terasın bilindik manzarasini farklı köşelerden izleyip çıktığı dağın zirvesine ulaşmış bir dağcının yaptığı gibi zaferimi kutladım; arkadaşlarımla yakalanmadan terasa ulastığımız her seferde yaptığımız gibi..
    her köşesinden aşağıya baktım..yukarıda olmak bana mutluluk ve güç veriyordu belki..o binanin en tepesinde, kendimi bir atın üzerinde hissediyordum sanki. Kendimi üzerinde hissettiğim bu at, belki engin bir bozkırda koşturan, yeleleri gözlerini kapatacak kadar özgürlüğünü perçinleyen asi bir attı yada sadece atlı karıncaya bağlanmış hareket bölgesi santimi santimine belirlenmiş olduğu yerde dönüp duran tutsak ve cansız bir attı, bilemiyorum. Sadece bir attı işte. Önemli olan da atın üstünde hissetmekti kendini ve ben kendimi bunu yaparmış gibi hissediyordum.
    Aşıktım ben bu terasa..herşeyiyle..
    terasın, kısa boylu yaşlı apartmana bakan köşesine gittim..
    sık incir yapraklarından görünmeyen bahçesi, kırmızı kiremitle kaplı üçgen kafasıyla ve
    benim tepeden bakan üstünlüğümü kabul edercesine bir olgunlukla ayaklarımın altında yatarken bu yaşlı bina;aynı binanin bahçesinden , bana 'gel 'diyen bir ses duydum aniden..
    korkuluğun ,dışarıya bakan kısmına geçtim sorgusuzca..ellerimle korkuluğa tutunmuş bir halde, önümde bu yüksekliğin üstünlüğü ile aramda hiçbirşey kalmamışken, en ufak bir korku hissetmedim..
    bu arada belirtmem gereken birşey var..
    ben o yaşlarda(şimdiki değerlendirme berraklığımla ulaştığım üzere),ölümsüzlüğe inanıyordum..sanki, ben istesem de ölemezdim..doğrusu;ölmek yada ölmeye sebep olacak herşey benden uzaktı..bu duyguyu, bir inşaatin üçüncü katından kuma atlarken de hissediyordum..aynı duyguyu; caddenin bir ucundan hızla yaklaşan bir arabanın iyice yaklaşmasını bekleyip kendimi umursamazca önüne atıp karşı kaldırıma sağ salim koşturarak geçtiğim anlarda da hissediyordum..ve hatta uzun süre beklediğimiz halde hala patlamamış olan kireç şişelerini elime alıp patlaması için uzakça bir köşeye attığım anlarda da..
    hızla gelen arabanın çarpmayacağından emin olarak kendimi sokağın karşısına bıraktığım gibi bıraktım ellerimi..
    inanın;havada aşaği doğru süzülürken de herhangi bir korku hissetmedim..hatta yanliş birşey yapmış gibi de hissetmedim..''o an, yanlış birşey yaptığımın farkında değildim''demiyorum, çünkü, sonrasında da, şahit olacağınız gibi asla böyle birşey düşünmeme sebep olacak birşey de yaşamadım..
    ayaklarım, yüksek ağaçların üst dallarındaki incir yapraklarına değdiğinde, sırtımdan tutan bir elin beni yumuşakça yavaşlattığını hissettim..ayaklarım yere değmeden önce o kadar yavaşlamıştım ki, sanki sadece yüksekçe bir kaldırımdan aşağı hoplamış bir çocuk gibi bahşenin yumusak, kara toprağına kondum...
    yaptığım şey o kadar normal gelmişti ki bana, bahçeye konar konmaz aklıma gelen ilk düşünce; bilmediğim, bana yabancı olan bu bahçeden bir an önce çşkmak olmustu..
    binanin ön cephesine dolanıp bahce kapısından sokağa çıktığımda, şimdi betimleyebildiğim haliyle ;yaşlı bir adam gibi yorgun hissettim kendimi..
    öyleki, o an tek düşüncem eve gidip yatağıma uzanmak olmuştu..
    evimizin kapısını açarken, sıcak güneşin yakıcılığında başımın zonkladığını hatırlıyorum..
    sonrasinda, üstümü çıkarıp pijamalarımı giydim, güneş görmeyen odamın gölgedeki serin yatağına uzanır uzanmaz uyudum..
    uyandığımda hava kararmıştı..sırılsıklam terlemiıtim. yataktan kalkip ,havanın kararmış olmasından ötürü çoktan işten gelmiş olması gereken annemi aradım evde..
    mutfakta buldum onu..
    onu görür görmez ilk yaptığım şey ''anne, ben apartmandan atladım..ama birşey olmadı'demek oldu..annem ,elleri köpük içinde yikadığı tabaktan gözünü ayırmadan cevapladı;
    --bak sen..hangi apartmanmış bu?
    --köşedeki mozaikli apartman..
    --başka ne gördün rüyanda
    dedi annem..
    o an, yasadıklarım bana o kadar gerçek gelirken, o ana kadar hiçbir rüyamı hatırlamayan ben, her sabah okuluna gitmeden ınce kahvaltida rüyasını anlatan ablama özenip anlatmaya devam ettim..
    --incir yapraklari okşadı beni anne..kocaman apartmanin en tepesinden atladım ama birşey olmadı bana..
    --hadi git yüzünü yıka bakalım dedi annem..
    gittim yüzümü yıkadım..yasadiklarımı, akşam yemeğinde babama da anlattim..
    kardeşlerim güldüler..babam güldükleri için onlara kızdı, ama ben kaçamak bir bakışla onlara göz kırptığını da gördüm..
    ertesi gün arkadaşlarıma anlattığımda, hiçbiri inanmadı bana..
    Arkadaşlarım, uyku ve rüyayla ilişkilendirmeden sadece yaşadıklarımın gerçekliğine güvenerek başımdan geçmiş bir olay gibi anlattığım bu olaya, belki de uykudan uyanmış çocuğunun anlattıklarını dinleyen aklı başında gerçekçi birer anne gözüyle bakamadıklarından olsa gerek, rüyadan ziyade bariz bir yalan gözüyle baktılar anlattıklarıma.
    ve şimdi, yaşadıklarımı düşündüğümde; çocukluğumdan bu anıma değin bu kadar gerçekçi bir rüya yaşamamış olan ben;bana kesinlikle öyle gelmese de yaşadıklarımın bir rüya olma ihtimali olsa bile, o zaman şimdiki aklım olsa, yaşadıklarımın doğruluğunu ispatlamak için bildiğim bütün kutsal yeminleri ederdim herhalde..
    ve sonra biraz daha büyüyüp;ölümsüzlük diye birşey olmadığını yavaş yavaş öğrendiğim sıralarda, bir insanın kendini yüksek bir binadan aşağı bırakıp bir kuş gibi yere konmasının imkansızlığını idrak ettiğim yaşlarda;yaşadığım şeyin gerçekliği ve öğrenilmiş gerceklik bilinci arasında bocalamaya başladım..hatta bunu kimseye anlatmaya cesaret de edemedim..
    evet;benim yaşadığım bu gercek;gerçek diye adlandırılan medeniyet kavramına uymazken;ben çok küçükken yüzleştim bilimin acımasızlığıyla...
    ben, şimdi;bu hikayeye en az sizin kadar yada her birinizden daha fazla inanırken;ister istemez düşünüyorum;koruyucu meleklerin varlığını...
    Ve gazetede, yÜksekÇe bir binadan düşüp burnu bile kanamayan bir çocuk yada bebek haberine rastladığımda;satırı satırına okuyorum
    belki benim tek eksiğim; ben atlarken buna şahit olan bir yetişkinin olmamasıydı.
    nedense yüzde doksan dokuzumuz dünyanın yuvarlaklığını, kendi gözleriyle uzaydan görmemiş olduğu halde buna inanırken;bu medeniyet ,bu bilimsellik dürtüsü, insanı kendi gözleri ve ruhuna ve bedenine ihanet ettirebiliyor..
    ayni benim yaptığım gibi..
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük