geçmişten gelen isimsiz dizi
alt katta oturan hulusi, eşi kamile ve iki çocukları, üst katta oturan komşuları ismail beylere misafirliğe gelmişlerdi.
hoş geldin selamlaması bittikten sonra gelen misafirler ve hane halkı koltuklara kurulup hararetli bir şekilde televizyondaki "aşk altıgeni" adlı dizisini izlemeye başladılar. maalesef dizideki, o kötü sarışın çocuk, masum kızı gene aldatmıştı hem de kızın en yakın arkadaşıyla.
"tüh boyun devrilsin" dedi evin hanımı ayten, o kötü sarışın çocuğa.
"allah'ından bul cani adam bunu o kıza nasıl yaparsın!" diye kendisine katıldı kamile hanım.
"var ya bunların hepsi hep, aha o fettan gözlü kız yok mu? hep onun başının altından çıkıyor." diye meseleye açıklık getirdi evin reisi ismail.
bu arada salonda müthiş bir gürültü vardı. bir yandan televizyonun, sinema salonunu aratmayacak kadar yüksek sese ayarlanmış, bir yandan dizideki oyunculara yapılan tezahürat ya da beddualar ve ardı ardına gelip giden çay ve kuruyemişler.
aynı anda evin üç yaşındaki küçük oğlu rıdvancan da içerideki odadaki televizyonu yirmi santim öteden seyrediyor arada sırada burnunu ekrana değdirecek kadar yaklaşıyordu. adeta putlaşmış. ne içeride ki bağırma çağırmaları duyuyor, ne arada bir odasına girip çıkanları fark ediyordu. gerçi odaya girip çıkanlarda onu fark etmiyorlardı, zaten rıdvancan da onları umursamıyordu. rıdvancan ne kadar robot gibi dursa da televizyonda gördüğü kötü amcaları cezalandırmak için elindeki kumandayla televizyonun ekranını dövmekten de geri kalmıyordu. hem onları dövdüğünü gidip annesine de söylüyordu aferin almak için ama annesi nedense kendisini pek fark etmiyordu. çünkü annesi de içerideki televizyonda başka kötü adamlara kızıyordu.
öbür odadaysa evin ergen oğlu murat bilgisayarın başında garip garip sitelere girip çıkıyor, bir taraftan da kızarmış yüzüyle gelen var mı diye habire kapıyı gözetliyordu. bu arada girdiği siteler yüzünden bilgisayarı beş kez format atmak zorunda kalmıştı. aynı evde kaldıkları babaannesi ayşe nine bir gün merak edip sormuştu "bilgisayarın niye bozuluyo evladım, çok mu çürük yapmışlar?ben dedim ismaile iyisinden al diye". o da "babaanne bilgisayarıma virüs giriyor o yüzden demişti. bunu duyan babaannesinin aklına o an verem virüsüyle, veba virüsü gelmiş paniklemişti. sonrada "abooo, lan oğlum o virüs sakın bize de bulaşmasın al götür şunu bu evden!" deyip o günden sonra bilgisayara hep mikrop gözüyle bakmıştı.
evin ergen kızı melda, rıdvancan'ın olduğu odada yatağa uzanmış yeni aldığı sınırsız hatla konuşuyordu. tam bir buçuk saattir kendisini büyük bir dikkatle dinleyen sınıf arkadaşı pınar'a yan sınıftaki erdem'in yanından geçerken kendisine nasıl değdiğini ve ona pardon deyişini anlatmaya çalışıyordu.
evin yaşlı dedesi tahir amca usulden olduğu üzere misafir gelecek diye üzerine krem rengi, yakasız kadife takımını giyinmiş, hacdan gelirken getirdiği gül yağından sürünmüştü. sonra da gelen misafirlerle sohbet etmek için o da salona geçmiş, ama ev halkıyla, gelen misafirlerin pür dikkat televizyon seyrettiklerini görünce doğru dürüst muhabbet edemeden sessizce odasına çekilmişti. onların bu hallerine çok üzülüyor ve kızıyordu. başlarını televizyona öyle bir gömüyorlardı ki, ne doğru dürüst haberleri seyredebiliyordu, ne de gün içerisinde ev halkı ne yapmış ne etmiş haberdar olabiliyordu. oğlu, gelini ve torunlarıyla yaptığı tek muhabbet, neredeyse "günaydın ve iyi akşamlarla" sınırlı kalmıştı.
aynı dizi başlayalı yaklaşık iki saat olmuştu. bir ara evin reisi ismail sordu,
"hanım bu adam taa bir ay önceki bölümde vurulmamış mıydı? baksana daha hala ameliyat etmeye devam ediyorlar
ayten, kocasına kızgınlıkla çıkıştı; "kolay mı öyle hemen ameliyat olmak? zavallıya tam yirmi tane kurşun sıkmışlar. elleri kırılsın vicdansızların, kör olsunlar"
dizinin tam sonlarına gelinmişti ki bir anda elektrikler kesildi. bu kez ağızlardan çıkan bir sürü lanet ve beddualar bedaş a yöneldi.
bir anda salonda, "tüh bee.","hadi bee". "zamanı mıydı şimdi çocuk tam babasına kavuşacaktı" gibi bir sürü bağrışmalar oldu.
bu sırada diğer odadaki çocuklar dağılıp ta yeniden toplanan çil yavruları gibi salona üşüştüler. karanlıkta hemen çakmaklar yakıldı, mumlar arandı. ama herkesin imdadına elinde emektar gaz lambasıyla salona giren tahir amca oldu.
yarım saat geçmiş elektrikler hala gelmemişti ama tahir amcanın emektar gaz lambası salonda hoş bir ışık yaymış keyifli bir ortam yaratmıştı. kimileri kanepede, kimileri sandalyede, oturuyor, az önce biten dizinin çok önemli bölümlerini analiz ediyorlardı. bu kadar tantananın içinde neredeyse hiç konuşmayan, ama yüzünden de tatlı tebessümlerini hiç düşürmeyen birisi vardı, tahir amca. bir ara kamile merak edip sordu,
"tahir amca senin dizilerle pek aran yok galiba?" tahir amca gülümseyerek hem kamile'ye, hem de ne cevap verecek diye loş ışıkta yüzüne merakla bakan ev halkına doğru ,
"kızım benim açıkçası pek vaktim olmuyor. ama bazen bizimkiler seyrederken ben de şöyle bir bakıyorum." dedi.
o sırada evin on altı yaşındaki oğlu murat sordu, "dede sahi ya sen en çok hangi diziyi seviyorsun?" dedesi yine yüzünde şirin bir gülümsemeyle cevap verdi,
"benim en sevdiğim dizi " dedi, ve bir kaç saniye durdu. ses tonu ve yüzündeki gülümseyiş farklı bir hal aldı ve bu haliyle konuşmaya devam etti,
"ben, benim en sevdiğim diziyi size anlatayım bakalım, siz hangisi olduğunu bilebilecek misiniz? salonda herkes şimdi çok meraklanmıştı. tahir amcanın doğru dürüst dizi seyrettiğini kimse görmemişti, ama şimdi anlatacağı diziyi daha anlatmadan bu kadar duygulanması herkesin ilgincine gitmişti. buna bir tek şaşırmayansa şu an duygulu gözlerle eşi tahir amcaya bakan ayşe nineydi. o, bu dizinin hangisi olduğunu tahir amcanın titremeye başlayan sesinden hemen anlamıştı. elektriklerin olmadığı eski zamanlarda, akşam oldu mu gene böyle ev halkı veya kolu komşu toplanır tadına doyum olmayan sohbetler yaparlardı. sadece sohbetler mi. birbirinden güzel bir sürü hikaye anlatırlardı gecenin öbür yarısına sarkan zamanlara kadar. ve en çokta tahir amcanın şimdi anlatacağını tahmin ettiği hikayede hislenirlerdi.
gaz lambasının yarı karanlık, sarı bir ışık dalgalarının boyadığı salonda, şimdi herkes oturduğu yerde toparlanmış sessizce tahir amcayı dinliyordu.
"bir zamanlar" diye söze başladı tahir amca. "bir zamanlar yani ben diyeyim yüz sene, siz deyin bir asra yakın bir zaman önce şanlı mı şanlı, namlı mı namlı bir ülke varmış. bu ülke bir zamanlar gücü ve heybetiyle bütün dünyayı titretirmiş. ama gel zaman, git zaman bu ülke yavaş yavaş gücünü ve dost bildiği dostlarını kaybetmeye başlamış. toprakları her geçen gün küçülmüş, küçülmüş ama bu ülkedeki insanların mertliklerinin, onurlarının ve imanlarının büyüklüğü hiç değişmemiş. bu bahsettiğim ülke o kadar güzel, o kadar çekiciymiş ki, bunu fark eden başka ülkeler bu ülkenin topraklarına göz dikmişler. ve en sonunda bu güzel ülkeyi dört bir yandan kuşatmışlar, hem de ellerinde en son teknolojiye sahip silah ve yüzbinlerce askerle. ama etrafı düşmanla sarılı bu ülkenin insanları çok fakirmiş. ellerinde öyle doğru dürüst silahları bile yokmuş. yokmuş ama öyle bir vatan sevgileri varmış ki, bu sevgi dünyanın en güçlü devletlerinde bulunan silahlardan bile çok daha güçlüymüş. derken savaş başlamış. ülkenin her yerinden düşmanlar içeri girip her yeri işgale başlamışlar. buna karşılık o ülkenin ne kadar eli silah tutan insanı varsa onlarda düşmanla vuruşmak için "allah, allah diyerek savaş alanlarına koşmuşlar. geçtikleri her yer inim inim inliyormuş. cepheye bir giden ya şehit oluyormuş, ya gazi. ama gaziler daha tam iyileşmeden cepheye yeniden gitmek için can atıyorlarmış. bazen bir baba on altı yaşındaki oğluyla cepheye, koşuyormuş, bazen de bir dede torunuyla koyun koyuna şehit oluyormuş. savaş alanı mahşer günü gibiymiş. yağan binlerce merminin, bombanın haddi hesabı yokmuş. ve o kadar çok kan akıyormuş ki dağ taş karanfil tarlasını andırıyormuş. fakat akan bu kutsal kanlar boşa gitmemiş. bu ülkeyi hasta görüp, üzerine acımasızca çullanan yabancı devletler hayatlarının en büyük şokunu yaşıyorlarmış. çünkü onlar bu ülkenin zayıf silahlarının hesabını yapmışlar, ama insanlarının vatan aşkıyla dolu, kalplerinin gücünü hesaplayamamışlar. ve en sonunda da düşman yenilip arkasına bile bakmadan kaçmış gitmiş".
sonrada şte" demiş tahir amca. işte benim de en çok sevdiğim diziden bir bölümdü bu."
tahir amca konuşmasını bitirdiği halde salonda halen derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. kimileri tüyleri diken diken olmuş kollarını ovuşturuyordu. kimileri gözlerinden süzülen yaşları siliyordu.
"hadi bakalım" dedi tahir amca iyice hüzünlenmiş bir şekilde "bildiniz mi bakalım en çok sevdiğim diziyi."
murat hemen atıldı " nazi savaşları " diye
evin reisi i;smail bu cevaba çok kızdı.
"lan oğlum lise üçe gidiyon da bunun ne olduğunu daha bilmiyon mu" diye bir şaplak vurdu muratın ensesine.
"baba ben nerden bileyim" dedi murat sızlanarak. "hem ben lise üçe değil ikiye gidiyorum haberin bile yok."
"hadi len" dedi ismail ha lise iki, ha lise üç insan bilmez bunun 93 harbi olduğunu "
tam bu sırada "kamile bir dakika, bir dakika yoksa bu kurtlar vadisi zanzibar mı?" diye atıldı heyecanla.
tahir amca aldığı bu cevaplara acı da olsa gülümsüyordu. az önce gelip kucağına oturan rıdvancana çevirdi yüzünü. rıdvancan onun bu evdeki en yakın arkadaşıydı. sadece o kendisini dinlemeye vakit ayırıyordu. ve diziyi de hep o can kulağıyla dinliyor, elindeki kumandayla havada sallayarak savaştaki düşmanları hep dövüyordu.
"söyle bakalım rıdvancan" dedi tahir amca, hani şu sana her gün anlattığım dizi var ya, onun adını şöyle bağırarak bir söyle de buradaki herkes bir duysun bakalım.
rıdvancan heyecanlanmıştı. elinde sımsıkı tuttuğu kumandayla önce peşinen düşmanları dövdü. sonrada var gücüyle bağırdı "kuytuluş şavaşıııı!"
evdeki herkes bu sahneye çok gülmüştü. bu arada evin reisi ismail ve hanımı ayten evlatlarını böyle yetiştirdikleri için kendileriyle gurur duymuşlardı. o sırada ayşe nine bir anda eski günlerine geri dönmüştü. uzun zamandır aileyi hiç böyle bir arada görmemişti. o an elektriklerin kesildiği için şükretti. bu arada yarı loş salondaki bu muhabbet ortamı onu öyle bir coşturmuşu ki, bir anda buradaki herkese kendi genç kızlık anılarını anlatmak istedi. geçmişte acı tatlı o kadar çok hatırası vardı ki. birden, yüzünde muzip bir gülümseme belirdi ve sonrada,
"çocuklar bakın ben de size en çok sevdiğim diziyi anlatacağım bakalım bulabilecek misiniz? dedi.
bunu söylediğinde tahir amcanın yüzünde mahcup bir gülümseme belirdi. ayşe ninenin yüzündeki bu muzip gülümsemeden hangi diziyi kastettiğini anlamıştı. neredeyse yarım asır önce kendisini nasıl kaçırdığını ve ne şartlarda evlendiklerini anlatacaktı. çünkü geçmiş zamanlarda ayşe ninenin anlatmayı en çok sevdiği anısı buydu.
hane halkı ve misafirler şimdide büyük bir merakla ayşe nineyi dinlemeye hazırlanmışlardı. bu arada rıdvancan da her olasılığa karşı elindeki kumandayı sıkı sıkı tutuyordu, olurda bu hikayede de düşmanlar olabilirdi.
ayşe nine tam "şirin bir dağ köyünde güzeller güzeli bir kız varmış" demişti ki o an elektrikler geldi.
bir dakika sonra hane halkı ve misafirler hemen televizyonun başına, çocuklarda hemen odalarına koşmuşlardı.
içi buruk, kelimesi ağzında yarım kalan ve "allah'ım ne olur elektrikler bir daha ki sefere şöyle uzunca kesilsin diyen ayşe ninenin başında bir tek rıdvancan ve tahir amca kalmıştı...