12 yaşında bir çocuk olarak, amerika'daki iç karışıklarla dolu buhranlı dönemde, çocukluk yaşamak istiyordum ben.
ilköğrenimi tamamladığımda, babamın "bizi burada tutacak bir sebep kalmadı" demesiyle; bir başka limana demirleyeceğimiz öndeyisi naçiz zihnimde oluşuverdi.
bu da, yıllardır çocuk kalbimin pohpohladığı, naif eyalet "missisipi" idi.
missisipi: paris, amsterdam, stockhlhom, minsk gibi diğer avrupai kentlerin köhne ve soğuk ambiansını taşımıyordu. aynı adla anılan bir de, nehri vardı. tıpkı elmalı turtayı anımsatan çatılara sahip evleri vardı.
güneş altında uzunca süre çalışıp, kazma sallamaktan, boyunları kırmızılaşmış köylüleri vardı. country müziğin tavan yaptığı, kovboy kültünün yaşatılıp, harmanlandığı, bulunmaz bir yerdi.
yollarında çalışmayan, işsiz-güçsüz insanlar görmek imkansıza muadildi. ellerinde baston vari, alt kısımları koyu siyah; üst kısımları grimtrak renkte hepsi aynı tip sopalar ile tak tak yürüyen smokinli asilzadeler de, bir başka değeriydi, missisipinin.
hala bir moda esintisi olarak, asaleti vurgulamak için takılan peruklar başlardaki yerini koruyordu.
onlara imreniyordum. zira ben; köy kültürüyle yaşamış, bir çiftçi ailenin tek evladıydım. okuldan arta kalan zamanlarda, kendi harçlığımı kendim kazanbileyim diye, babamın biraz da, dayatmasıyla, şehrimizin namlı avukatlarından "charles" ın keyfine göre dizayn ettiği, bahçenin mzianpazıyla ilgileniyor. orayı çekip çeviriyordum.
bu işi yapmaktan keyif aldığım pek söylenemezdi. zira, asi ruh emareleri taşıyan ben; ailemin para kazanmak için üzerinde uğraştığı bahçelere benzer bir mekana sahip bir adamın, "zevki" için böyle bir alan yarattığı gerçeğini düşününce, hiddetleniyordum.
neyse ki; iyi veya kötü bu yaşantılanmışlardan sıyrılıp, güzel missisipime kavuşacaktım.
çocuk kalbi dedik ya, missipiye varıldığında başka bir hayat beni bekliyormuş gibi...
dar; uzunca bir patika sonrası, elmalı turtalıya benzer çatılı şirin evimize gidiyorduk. klasik banliyöydü ama, önce alışmam gerekecekti!
her şeyden önemlisi bir duş sorunu vardı. ben öyle yeni konaklamaya başladığım bir yerde, kolay kolay duş alamaz ve dahi yemek bile yiyemezdim.
neyse ki, çevremin de etkisi ile gelişen aidiyet hissi; bu merhalelerin aşılmasında şahsıma yardımcı olacaktı.
kısa bir aradan sonra, yine okul ara vermiş, 4 aylık bu dilimde geçmiş tecrübelerime de, dayanarak babam beni bir bahçe işine daha vermişti. ama bu biraz farklıydı.
yüzü asık, kimselerle pek konuşmayan avukat charles'ın anımsatan bunak bir adamın yanında, odun kırıyordum. yaşıma aldırış etmeksizin bu adam beni, saatlerce çalışrıtıyordu. bu bir kölelikti, evet, kölelik.
neyse ki yaklaşık 50 yıl sonra, kölelik denen bu sömürü, "abraham lincoln" isimli bir liderimizce bertaraf edilecekti.
hayatımda bir şeyler değişiyordu artık. birkaç gün sonra yeni başlayacağım bir görevimde tanışacağım bir büyüğüm, hayatımı bütünüyle şekilendirecek, merak duygumu körükleyecekti.
arkadaş ediniyordum da, öte yandan. şeklen yuvarlak, hacmen ince ve hafif bir nevi topaç, o dönemlerin gözde çocuk oyuncaklarındandı. bende birisine sahip olmak istiyordum. ama alacak paramız ne yazık ki o zamanlar yoktu.
babama bu konuyu açtığımda, bu genç adamı yani beni, geri çevirmişti. kaderin bana gülüşü mü diyelim? makus talihimin devrilişi mi diyelim. o esnada orada bulunan, her haliyle kodaman birisi olduğu sezinlenen, kendini çocuklara; bilimum şeker dağıtmakla görevli addeden esasen canaykın bir amca, "madem baban çalışıp kendi paranı kazanmanı; sende o topaçlardan almayı istiyorsun, neden benim sana vereceğim basit görevi yapmıyorsun" dedi.
evet babamla görüştüler ve beni eski-püskü kitapların depolandığı bir kütüphaneye görevli olarak vermeyi planladılar.
yeni bir işim olmuştu. zaten bu noktadan itiraben hayatımda önemli bir yer teşkil edecek, bir adam gözüme ilişecekti.
ilk günümde yeni iş yerime gittim. kapısında kilit üzerinde anahtar yoktu. burun düşürürcesine ağır bir koku, sarmıştı, dört bir yanı... ne tuhaftı! insanlara bilgi ve kültür aşılayacak bu yer, feci duruma gelmişti. benden de bu karanlık ve dağınıklıkta burayı düzenlemem istenmişti.
çocuktum ya, "oyalansın dursun işte!" denmişti.
bir yerden tedarik ettiğim, gaz lambası yordamıyla, aydınlandı etraf. ve o küf, pas, kitap kurdu kokulu depo bir anda yerini saf sayfa kokusuna bırakıverdi.
yaklaşık bir saat sonra; gazeteci ve matbaacıların sıklıkla başlarında gördüğüm, üst kısmı açık, kenar bağları ince, sağ kulağını kavrayan karakalem çalışmalarda kullanılan bir kalem bulunan birisi içeri girdi. iyi; sıcak birisiydi. bana neler yapmam gerektiğini söyledi. dilediğim sürede bunları tamamlayabileceğimi söyledi. ve oradan ayrıldı.
akşam saat; 8 dolayları olmuştu. akranlarım o zımbırtıyla oynarken ben, aslan yürekli richard'sın haçlı seferine başladığı dönemde kaleme aldığı bir hatıratı okuyordum.
iyice sıkılmaya başladığımda kendi kendime eve gitme kararı verdim. kapıya doğru yöneldğimde; bir silüetin belirdiğini farkettim.
fazlasıyla kilolu, pos bıyıklı, bacaklarına bağlı sağ ve sol kısımları aynı zamanda omza kadar uzanan mavi renkte bir kıyafetle, saçları olmayan , homurtusu bulunduğum yerden duyulan bir adam içeri yöneldi. eee kapı kavramı pek yoktu burada. sallanarak içeri girmesi kadar tabii bir şeyde..
bana göz ucuyla baktı, bir rafa yöneldi. elindeki feneri bir ara bana da, tutsa da, kitaplarını aldıkdan sonra, hızlı adımlarla orayı terketti.
ben de evime doğru giderken bu olayın şaşkınlığımı üzerimden atamadım. evet.. dışarı herhangi bir mecrada rastlasam bu denli düşünmez dikkaetimi çekmezdi. ama, gecenin koyuluğunda belli belirsiz bir gölge gibi çıkaggelen bu adam, bende esrarlı bir hava uyandımıştı.
gündüzleri güzel; geceleri gizemli olan buraya öğle saatlerinde şu meşhur matbaacı "woddy" yaklaştı. beni matbaa dairesine götürdü.
feleğin tecellisi işte.. o esrarengiz adam da, oradaydı. ellerinde kağıtlar dolanıyurdu ki, masasına yaslanıp durdu. benim geldiğimi farketti; gülümsedi. çok tatlı bir şeydi bu. geçen gece gördüğüm bu adam, hiç de öyle esarengiz birisi değildi. zaten ağzındaki piposunu "çufçuf"latan bir adam nasıl esrarengiz birisi olabilirdi ki...
kağıtları teslim edip oradan ayrıldı.
sonradan öğrendim k bu adamın ismi "conrad" dı. bir yazardı. değişik, kimsenin aklına gelmeyecek hikayeler yazardı.
bir merakdır aldı beni. acaba o küf kokulu depoda, bu adamcağızında kitapları var mıydı? olmaz herhalde diye geçirdim içimden kitaplarını neden oraya herkesin ulaşılabileceği bir alana koysundu? diğer yandan düşündüm: okyanusun ötesinde, paris'te insanların adak adadıkları ağaçlara benzer dallara, kitaparlar asılıyordu. isteyen oradan kitap temin edip, okuduktan sonra geri getirebiliyordu. ve o sistem tıkır tıkır işliyordu. bu neden olmasındı?
koştura koştura depoya gittim. hem kendisinin yazdığı hemde conrad hakkında yazılan küçük çaplı kitaplar vardı. birisini aldım elime ve okumaya başladım.
asıl adı "clemens" di, kitabında conrad mhalasını; missipi'li balıkçıların kendisine taktığı bir lakap olarak anlatmıştı.
daha çok küçük yaşta sarhoş olup, ağabeyi ile evlerin bir çatısından bir diğerine atlarken, düşüp yara almıştı.
hakikaten de, dolu dolu bir yaşam sürmüştü. oysa şimdi sempatik ve nüktedan bir yanı var olmasına rağmen, bu kadar da, delidolu olmamalıydı..
bitmedi daha; kendisi henüz 25 yaşındayken, amerikan konfedere birliğine gönüllü olarak kaydolmuş, bağımsızlık mücadelesinde görev almak istemişti.
ne ilginçtir ki; 3 gün sonra birlikten kaçmış ardına, askerleri takmıştı.
20'li yaşlarında dini tanıtmakla yükümlü hıristiyan keşişleri misali, diyar diyar gezmiş, soluğu miami'de almıştı. orada "çalınmasın" diye kıyafetleri üzerine oturan genç ve hoş kızlarla gönlünü eğlendirmişti.
hep böyle serkeş değilmiş de. sonraları tanınmış sima: bir yazar haline gelmiş ki, yerel gazetelerden birisinde, halka uyduruk değişik hikayeler anlatıyormuş.
bu hikayelerin birisinde; at üzerinde eli bıçaklı bir katilin bir yaşlı kadını boğazından öldürerek, kasabaya doğru yaklaştığı yazılıydı.
bu haber kasaba halkını bir pazar günü, kahvaltı saatinde yakaladı. gazetelerinden böylesi bir haberi duyan ahali, bir daha kahvaltısına geri dönemedi.
bu asılsız haberleri yazarken de, halkın zaten "yalandan da olsa böylesi haberleri duymak istediğini" dile getirerek yaptığı yanlışı meşrulaştırmıştı.
yine birgün: bu tür haberlerin birisine canı sıkılan bir okuru, kendisini düelloya davet eder. önce kilometrelerce yol giderek, bu düelloyu kabul eden clemens, sonrasında bu gencin orduda görevli bir "keskin nişancı" olduğunu duyunca, bindiği aynı at arabası ile geri kaçar.
insanların çalışıp didindiği dönemlerde, bilhassa ağabeyleri gibi uğraşıvermeyip, içkili eğlence mekanlarında rastladığı her sarhoşa fantastik hikayeler anlatan bu adam, artık yaşadığı her şeyiyle ekolümdü benim...
yaşantım artık, bu adamın peşinden ayrılmadan, onun izinden ve yaşadıklarından dersler çıkarak değişiklik gösterecekti. bir küçük yazar olacaktım.