trois couleurs bleu

entry32 galeri
    23.
  1. polonyalı yönetmen krzysztof kieslowski' nin fransız bayrağının renkleri olan ve her biri "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" kavramlarını simgeleyen" mavi, kırmızı ve beyaz" olarak çektiği üçlemenin ilki "özgürlüğü" temsil eden mavidir.

    fakat burada irdelenen özgürlük , siyasi , politik değil , daha çok felsefefi bir özgürlük. kişinin kendi içerisinde verdiği mücadeleler sonucu kazandığı yaşamsal özgürlüğü.

    film sisli bir havada bir arabanın arka penceresinden dışarıya sarkan bir çocuğun elinin görünmesiyle başlar. çocuk elinde mavi bir şekerleme kağıdı tutmakta ve arabanın rüzgarında sallamaktadır. mavi renk tüm film boyunca bi çok yerde karşımıza çıkar.

    araba yolda ilerlerken birden ağaca çarpar.
    dünyaca ünlü bir müzisyen olan kocası ve 5 yaşındaki kızı ölürken, julie hayatta kalır.

    içine düştüğü bunalımı tüm geçmişinden kurtularak aşmaya çalışmaktadır julie. önce acısını dizginlemek için intihar etmeyi dener, ama başaramaz.

    ağızından çıkardığı hapların bulunduğu avucunu hemşireye uzatıp "yapamadım, özür dilerim" derkenki ifadesi o kadar etkilidir ki, konuşmadan bir sürü şey anlatmış gibidir hemşireye. "üzülme" der o da.

    eve geldiğinde hizmetçisinin ağladığını duyar ve yanına gidip"neden ağlıyorsun?" diye sorduğunda "çünkü siz ağlamıyorsunuz" cevabını alır.
    görsel olarak ahım şahım bir sahne değildir belki ama diyalog bende çok farklı şeyler uyandırmıştı.

    tüm hatıralarını çöpe gömdüğüne inandıktan sonra artık tek bir hatıra , tek bir iz olarak kaldığını düşündüğü kendi bedenini , kocasının çalışma arkadaşı olivier’e teslim etmesi ve bu teslimiyetin sabahında olivier henüz uyurken , bir fincan kahveyi kafasının yanına koyarak ‘’gördünüz işte , ben de diğer kadınlar gibiyim. terliyorum , çürüklerim ve kırışıklıklarım var’’ diyerek çekip gider.
    yanı uzun bir duvar örülü bir yolda , birden elini duvara sürterek yürümeye başlar, içindeki acısını dışına atmayan karakterin dayanamama noktasıdır bu. acılarından kurtulamadığının, ne yaparsa yapsın özgürleşemeyeceğinin göstergesi belkide.

    ve filmin en etkileyici sahnelerinden biridir kanımca bu.
    juliette binoche bu sahne için elini koruyucu hiçbirşey kullanmamış ve bir sene boyunca elinde yara izleri ile dolaştığına dair bir zamanlar bir yerlerde bir yazı okumuştum. bunuda anti parantez bir bilgi olarak bilin efendim.

    gelgelelim yinede julie evindeki tüm eşyaları satar, ona aşık olan olivier’ı kendinden uzaklaştırır, çocuksuz bir apartmanda yeni bi daire tutar.
    hiçbir iş yapmadan yaşamayı tercih eden julie, aşkı, sevgiyi, arkadaşlığı birer aldatmaca olarak görür.
    yeni hayatında kendini her şeyden tamamen soyutlamış bir şekilde “özgür” ve yalnız olmayı tercih eder.

    "sizi görmek isteyen bir genç var , çok önemliymiş."
    "hiçbir şey önemli değildir"
    derken julie, anlarız biz kendini ne denli yalnızlaştırdığını, artık hayatında önemli diye bir şeyin kalmadığını.

    çantasında bulduğu şekeri öyle bi hınçla yemesi, havuzda attığı kulaçların sertliği. her biri isyan gibi sanki. hayatında ne denli sakinse içindeki acıyı boşaltabileceği en ufak şeylerde öyle büyük bi hınçla hareket ediyor ki, o zaman yaşanılan acıyı izlerken biz bile hissedebiliyoruz. kocası ve kızı öldürüğünde bile ağlamayan julie nin dudaklarındaki titreme bile hüngür hüngür ağlamaktan daha ala bi acı duygusu uyandırabiliyor içimizde.
    bir de müzikler eklenince, o zaman anlıyorsunuz ki mutluluğun yada özgürlüğün olduğu kadar acınında en iyi anlatıcısı yine müzik.

    julie böylesine her şeyden kaçmayı isterken bile, böylesine kendini hatıralardan kurtarmaya çabalarken bile, mavi avizesini alması aslında tıpkı intihar edemeyişindeki gibi yaşamaya ve hatta geçmişine olan bağlılığından ileri geldiğini düşünmek zor değil.

    tamamen özgür olmak, hiçbir zaman mümkün değildir. çünkü, bizi biz yapan şeyin ta kendisidir yaşadıklarımız. eğer aksi doğru olsaydı, julie’ nin geçmişi büyük oranda silinmiş olurdu. bir yandan da, bunu yapmayı gerçekten istemedi julie hiç bir zaman, evini boşaltırken o mavi avizeyi yanına alışı, dahası onu yeni yaşamına dahil etmek isteyişi ve yeni evinin salonunun tam ortasına asarak her bakışında o eşsiz müzik ziyafetiyle eski anılarını hatırlatışını isteseydi yok edebilirdi. unutmanın imkansızlığı, bu denli güzel bir anlatımın yanı sıra müzikleriyle de yeterince vurgulanıyor filmde.

    zaten yaşadığı acının kuvvetiyle hissizleşen genç kadının geçmişe sünger çekmek deyiminin ne kadar da aptalca olduğunu fark etmesi de uzun sürmez.

    yavaş yavaş julie'nin değiştiğini görürüz. önce komşusuna yardım eder, elini uzatır. sonra kocasının metresine elini uzatır, evlerini bile ona verir. sonrada oliver'a, notaların birleştirilmesi için çalışırlar.

    her şeyden ve herkesten kaçarak tek başına , özgür olmaya çalışan julie'nin , olivier’i tekrar yanına çağırıp birlikte olması ve film boyunca önüne bölük pörçük çıkan notaları , filmin sonunda birleştirmesi ve müzik eşliğinde julie'nin ağlaması ile son buluyor filmimiz.
    artık özgürleşebildiğini anlıyoruz.

    bu sahne de oldukça önemli, zira ağlamak insani , duygusal bir şey.
    kocasını ve kızını kaybettiğinde bile ağlamayan julie'nin hayata dönme isteği , tekar tutunma isteği olarak yorumlayabiliriz bu birlikte olmayı ve akabinde ağlama sahnesini.

    artık özgürleşebilmiştir.

    filme dair yazılması gereken bir sürü şey, bir sürü detay var ama benim en çok dikkatimi çekenlerden biri ve değinmek istediğim şu,

    julie, haçlı kolyesini geri vermek için çağıran çocuktan kolyesini almayıp ona geri vermesi bana oldukça ilginç gelmişti. ilk başlarda anılarından kurtulmak amacıyla böyle bir şey yapmış olduğunu düşünsemde, sonrasında julie' nin inancını yitirdiğinden dolayı bunu yaptığı fikri daha anlamlı geldi.
    aslında kieslowski başka bi çok filmindede hristiyanlığı eleştirici ufak detaylara yer verir. belki bu yüzden bana öyle geldi bilmiyorum ama ben böyle düşündüm diyebilirim.

    her neyse,

    değinmek istediğim bir diğer noktada şu; avrupa birliği. filmde duyduğumda bana ilk başta çok fazla iğreti duruyor gibi geldi fakat sonrasında kieslowskinin aslında ab karşıtı biri olduğunu öğrendiğimde ve filmi bir kez daha izlediğimde, ilkinden daha anlamlı gelmeye başladı.

    kieslowski'nin ab ye karşı siyasal bi nitelik taşımasada gereksizliğine vurgu yapıcı bi kaç söylemi mevcut.

    filmi izleyincede bi müzisyenin ab için müzik bestelemeye çalışıyor olması fikri insana soğuk, samimiyetsiz ve müziğin amacına aykırı gibi geliyor. sonra müzisyen ölüyor. ve böylece her şeyin yok olacağını anlıyoruz.

    filmin başından beri müziğin en insani şey olduğu algısı yansıtılmaya çalışılıyorken, ki zaten filmde julie nin özgürleşmesindeki en büyük rol olarakta karşımıza müzik konuluyorken, nasıl olurda böylesine insani şeylerin karşısında olan bir topluluk için, özgürlük kavramını yok etmeye çalışan bir zümre için müzik yapmaya çalışmak iticilikten öte bir şey olarak gelebilir ki.

    belkide kieslowski'nin direk ab yi böylesine yerme gibi bi amacı yoktu filmde belki ama ben böyle anlamlandırdım kendimce.

    yine dikkatimi çeken şeylerden biride,

    julie kocasının sevgilisini bulmak için mahkemeye gittiğinde mahkeme salonunun kapısından içeriye bakıyor ve o anda süren bi dava var, üçlemenin 2. filmi olan "beyaz" ı izleyince aynı sahneyi başka birinin gözünden izliyoruz.
    zaten üçlemenin belli noktalarında birbirleriyle birleştiği noktalar mevcut. ki üçlemenin son filmi "kırmızı" nın sonunda da üç filmdeki kahramanların hepsini bir gemide görüyoruz ve o gemi kaza yaptığında kurtulanlar yine sadece üç filmdeki kahramanlar oluyor.

    kendimce anlamlandırdığım bir şey ise,

    cafe'nin dışında flüt çalan adam julie'nin kocasının hazırladığı senfoninin bir bölümüyle nerdeyse aynısı olan flüt solosunu çalıyor.
    bu bana çok ilginç gelmişti mesela, çokta hoşuma gitmişti.
    bana kalırsa bu , insanlar farklı sınıflara,farklı kültürlere veya farklı yaşam biçimlerine sahip olsalar dahi müziğin o "düş" noktasında çokta farklı olmadıkları anlamına geliyor.
    her insan aynı şeyi düşünebilir, aynı şeyi üretebilir, dünyaca ünlü bi müzisyende, bi sokak flütçüsüde aynı ezgileri düşleyebilir.

    aslında hepimiz bu noktada eşit hayal güçlerine sahibiz ve dolaylı olarakta hepimiz eşitiz.
    gibi bir anlam çıkardım ben yine.

    bu çıkardığım anlamlarda ne denli mantıklı yada haklıyım bilemiyorum ama sonuçta didaktik bir eser yok önümüzde ve hepimiz her anlamı çıkarmakta özgürüz.

    aslında teknik olarak konuya vakıf olmasamda yinede yakın çekimlerin ve ışık kullanımlarının oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim.

    müziklere bi dokunmadan geçmek olmaz ama söyleyecek çokta fazla bir şey yok aslında. filmi izledikten sonra her şey bi yana, o özgürleşebilme hissini en iyi müziklerle anlıyoruz aslında, birde binoche'nin oyunculuğu.

    sonra
    mavi ekran üzerine "juliette binoche" yazar.

    film biter.

    ben kalakalırım.

    not: filmi izledikten sonra kahve ve dondurmayı birlikte yemenin ne ilginç ve güzel bir şey olduğunu göreceksiniz.

    not2: juliette binoche'nin aldığı her ödülü ne kadar hak ederek aldığına bir kez daha inanacaksınız.

    not3: kieslowskinin bir çok filminin yeri başkadır, hem sinemasal olarak hemde kendi kişisel görüşümce böyledir. ama "üç renk" üçlemesinin yeri dahada bambaşkadır. ve üç renk: mavi' nin yeri ise çok çok daha başkadır.

    izlemeden ölmeyiniz.
    0 ...