karakterler açısından before sunrise'ın devamı olsa da başlı başlına çok özel bir filmdir. hasbel kader yıllar önce tv'de rastlanıp izlenen, sonra before sunrise'ı keşfedince bir daha izlenen iki seferde de ruha farklı esintiler üfleyen anlamlı ve derinlikli bir filmdir. kanımca before sunrise'dan daha etkilidir, hatta before sunrise'taki hoşlanmanın, etkilenmenin ilk coşkunluğunun zamanla yerini özel ve özlenen bir aşka bırakması neticesinde, kaderin ya da kötü tesadüflerin birleşmesine engel olduğu iki olgun insanı,(biri evli ve çocuklu mutsuz bir erkek, diğeri uzak ülkelerde çalışan sevgilileri seçen aşkta ve erkeklerde hayalkırıklığına uğramış bir kadın) aşkını bulabilmek için kitap yazan ve aşık olduğu kadının yaşadığı şehre imza gününe gelen bir amerikalı adam izinde fiziken birleştiren; gençlik hayalleri,geçmiş, hayat, kadınlar, erkekler, ilişkiler, dünyada varoluş biçimleri, duygular, özlemler, acılar, tesadüfler ve aşk üzerine yapılan konuşmalarla bir paris gününde, görünen ve görünmeyen herşeyin ortaya dökülmesi ile gün batmadan ruhen birleştiren, keşkenin evet kesinlikle'ye dönüşmesinin en güzel halidir. iddia ediyorum, bu filmi izleyen duyarlı bir insan gerçek aşkı bir kez görünce kaçıp gitmesine seyirci kalmaz, kalamaz. ya da duyrasız varlıkları çok geçmeden uzay boşluğuna yollar. ve kendi aşkının yazarı olur*, kendi aşkının şarksını besteler*. anlatılmaz yaşanır ve yaşatılır.
tabi filme felsefik açıdan bakınca; belki de aynı odysseus'un ithaka'ya yolculuğu gibi iki genç insanın birbirlerinden uzak yılları, hayalkırıklıkları, savaştıkları canlılar, hayatta kalma mücadeleleri onlara bilgelik yolu olmuş, gerçek aşkı yıllar sonra paris'te gün batmadan sımsıkı kucaklamalarını sağlamıştır. evet belki de hatta kesinlikle nina simone'un çok güzel söylediği gibi just in time'dır.