sinema salonlarında filmin ikinci yarısında kovulduğum yıllardı. çünkü cebimdeki para ancak filmin ilk yarısını izlemeye yetiyordu.
henüz çok parasızdım...
tüm bu fakirliğim yetmezmiş gibi de inanılmaz sosyal bi' çocuktum. tamam, param yoktu... üstüme yeni ciciler de alamıyordum ama bunların hiçbiri yeni insanlar tanımama engel değildi. çok romantik ve hayalperest bir üniversite öğrencisiydim. parasızlığımı bu şekilde kamufle edebiliyordum. arkadaş ortamıyla bi' cafede otururken param bazen bira içmeye yetmezdi. herkes neden meyve suyu içtiğimi sorduğunda;
" şu portakalın kokusundaki, ege insanının o emektar elleriyle harmanlaşmış yağmur kokusunu sizler de hissedebiliyor musunuz? bu tıpkı anadolu'nun güçlü ve bir o kadar da ürkek ellerinin arasından orgazmın tat bulmuş halini içine çekmek gibi." diyerek alkış kıyamet kalabalığı arkama alıyordum. her ne kadar burnumda bira tütse de...
tamam lan edebiyata gerek yok. yüzsüzdüm işte.
paran yok git evde derslerine çalışsana. geleceğini kurmak için çabala bir şeyler yap işte. ne işin var zengin çocuklarının yanında pezevenk?
ama hayır...
benim de bi' kalbim vardı. o zengin piçlerinin güldüğü her espriye ben de gülmeliydim, sinemadaki filmlerin final kısmına ben de şahit olmalıydım. ama her şeyden öte;
benim de o'nlar gibi çok güzel bi' sevgilim olmalıydı. niye lan ben sevemez miyim?
yağmurlu bir antalya akşamında yine zengin kadroyla bi' cafede oturuyordum. ama bu sefer 1 hafta önceden bira paramı biriktirip gelmiştim. buna karşılık masada daha önce görmediğim 4-5 kişi daha vardı. neyse, bi' 5 saat kadar bu cafede muhabbetler devam etti. tabii ben hala ilk söylediğim bira bitmesin diye ancak yarısını bitirmiştim 5 saatte. derken karşımda oturan o güzel kız dikkatimi çekmişti. tamam masadaki tüm kızlar güzeldi ama bu hiç konuşmuyordu. o an düşündüm, " acaba bu da benim gibi fakir de araya mı kıvrıldı" diye.
bunu öğrenmenin tek bi' yolu vardı; cebimden evin küflü anahtarlarını çaktırmadan yere atıp düşürmüşüm süsü verdim. masanın altına eğildiğimde hemen o kızın ayakkabısını incelemeye koyuldum.
yanılmıştım... ayağında bi' çizme vardı ve tahminimce benim 5 yıllık pirinç masrafımı karşılardı.
o an cesaretim çok kırılmıştı.
yine de yanımdaki en samimi olduğum zengin piçin çaktırmadan kulağına fısıldadım;
"şu karşımızdaki kız neci? daha önce hiç görmemiştim." dedim.
- haa o mu!? (herkesin duyabileceği kadar yüksek bi' sesle).
+ hih. (artık fiilen muhabbetin içindeydim).
- ya o bizim realmadrid'imiz yeaa.
+ o neden?
- çok realisttir kendileri.
tüm masada kahkaha tufanı kopmuştu. yere yatanlar, birbirlerini yumruklayanlar, dökülen biralar...
o an kafamın üzerinde devasa bi' düşünce balonu oluştu;
"espri anlayışınızı sikeyim, gider para bunlarda olur işte" diye biraz daha üzülmüştüm.
derken karşımda gülümseyen o "$" bakışlı meleği gördüm. " ya bırak şu malları allasen " der gibi gülümsüyordu.
cafeden kalktığımızda artık herkes son model arabalarına atlayıp beni karbondioksit yalnızlıklara bırakmışlardı.
ama o kız... o tek başına yürüyordu. şaşırmıştım. gecenin karanlığında ay ışığı bazı bazı gösteriyordu kendisini.
tanışmak istiyordum o'nunla. seslendim;
- ştt! ronaldo?
+ (manidar bir bakışa kafasını bana çevirdi).
- ben vezir, şu ayın güzelliğine bir bak. sence de bi' orkestranın solo keman sesini anımsatmıyor mu? arkasındaki şarkı söyleyen bulutlarla birlikte muhteşem bir ritüel bence.
+ yoo, bildiğin güneş sistemindeki beşinci uydu işte.
gerçekten de çok realistti. bu dişi tazmanya canavarı halleri beni daha da tahrik etmişti.
sanırım aşık oluyordum...
artık günler geçtikçe o'nun etrafında drift yaparak dönen bir doğan slx haline gelmiştim.
zor olsa da artık kaynaşıyorduk;
- selam ramos, bu akşam sinemaya gidelim mi?
+ neden?
- çok romantik bi' aşk filmi gelmiş.
+ romantik mi? güldürme beni, birbiriyle çiftleşmek isteyen 2 gencin, birbirleriyle çiftleşememe süreçlerinde hormonlarını kandırmak amacıyla dramatize ettikleri zaman bütününe romantizm denir. biz hormon muyuz da kandırılmaya gidelim vezir? bu arada burnunda sümük var.
-
tamam, harika gitmiyordu ama bi' şekilde iletişim kurabiliyorduk işte. ama artık sabrım taşmaya başlamıştı. aşık olduğum kız elektrikli tellerle kaplı bir malikane gibiydi. artık açık açık o'nunla konuşma vaktim gelmişti. sonucu ne olursa olsun bunu yapacaktım.
- biraz vaktin var mı pepe?
+ aslına bakarsan...
- tamam tamam..! sus dinle sadece.
+ iyi peki.
- ben sana aşık oldum galiba.
+ aşk mı? haha, aşk; kapitalizmdir vezir'im. sana aşkı süslü şarkı sözleriyle, saçma sapan filmlerle, kıyafetlerle... kısacası her şeyle satarlar.
- senin amına koyarım ama artık ha! ne desem bi' bok buluyorsun lan! ne sanıyorsun kendini kaşar!?
+ uwww.
- yeter lan buraya kadar! bizde de sabır var amk.
+ ouuv bu çok gerçekti gerçekten.
velhasılı tuttu kolumdan, sonra da sarıldı boynuma mutluluktan ağlamaya başladı. o gün anladım işte;
dünyadaki en güzel şey gerçek olmaktı. hayatım boyunca arkadaşım bile olamayacağım o kızla evlilik arifesindeyim şu an.
artık bi' mekana gittiğimde meyve suyunu gerçekten sevdiğim için içiyorum, sinemaya gitmek yerine arkadaşlarımın dvd koleksiyonlarını araklıyorum. sonuç olarak,
bazen işin boku çıksa da ilişkimizi yine de çok seviyorum;
- vezir evlenmesek mi?
+ neden josé mourinho'm?
- ya şimdi evlencez çocuk falan olcak. sonra o çocuk okula giderken sarhoşun birisi gelip ezecek. evlat acısıydı falandı... hı?