the holy mountain

entry15 galeri
    4.
  1. meksikalı yönetmen alexandro jodorowsky’ nin 1973’ de yazıp yönettiği the holy mountain, geleneksel sinema seyircisine hitap etmesi zor, adeta düşsel bir evrende ve birleştirilmeyi bekleyen kırık kodlarla ilerleyen sürreel bir imge şöleni.

    jodorovsky, bunuel’ in izleğinin tersine çizgisel kurgunun içerisine sürreel karakter, durum veya objeler oturtarak eleştirme usulünü benimsemiyor. tabi bu şekilde film prosesi oldukça değişiyor ve the holy mountain temel olarak din-modernite eleştirisinin ötesinde, her izleyicinin kendine göre yorumlayıp anlamlar çıkarabileceği tüm sinema anlayışının birazcık dışında bir film olup çıkıyor.

    ---olası spoiler ibaresi---

    filmdeki imgeselliğin aşırı boyutta oluşu insana adeta bir düşün içinde kapana kısılmışlık hissi veriyor. zaten karakterler ve mekanlar da tamamen dünya dışı ve modernizmin grotesk deformasyonu ile oluşturulmuş durumda.

    jodorovsky’ nin filmdeki en büyük başarısı her halde mekan oluşturma konusunda. filmin bütçesini hayli genişlettiğini düşündüğüm tamamen özgün kıyafet ve objelerle süslü, çeşitli simgelerin kullanıldığı orijinal mekanları oluşturmak filmin yapım sürecini epey zorlamış olmalı. fakat özellikle taş kulenin içerisindeki renkli-rotatif mekanların teatral fakat doğal havası, hem filmdeki gerilim öğesini dengeliyor, hem de bu düşsel ortamın tamamlanmasını sağlıyor.

    film kısaca, bir şekilde çarmıhtan kurtulup bir garip modern kabilenin içine düşen isa (ya da isa’ nın christmas aksine yaz sıcağında gökten inişi) ile başlayıp, içirilip sarhoş edilmesi ile modern toplumun onu günaha sokuşu, heykellerinin yapıldığını görüp delirdiği güzel sahneler ile ilerliyor. tabi ikonoklastik şekilde papa’ nın isa heykeliyle sevişme benzeri yatışı, onu yolda takip eden yarı çıplak kadınlar ve de bir maymunun(!) dans edenleri görünce onları da aynı ilgiyle izleyecek kadar basiretsiz oluşları ve askeri güçlerin gaz maskeleri ve sert kıyafetler ile toplumdan izole edilmesi gibi güzel anlatımlar filmin genel toplumsal taslağını çiziyor…

    harika olan kurbağa sirkindeki savaş anlatımı, un chien andalou’ daki ellerin karıncalanmasına ithafın sezildiği lotus adasındaki adamın ellerini sineklerin kapladığı sahne, bin testis mabedi mitosu, artık dağa tırmanmaya takati kalmayan kadına vajinasını dağa sürtüp kendini doğaya vermesi tavsiyesinin verilmesi ve bu tavsiyenin işe yaraması (ohaa!) gibi güzel detaylar es geçilmemeli.

    yine filmde en hoşuma giden sahnelerden biri adadaki bardan çıkış sahnesi. kendi manevi yoğunlukları içre olup kutsal bir amaç uğruna gelen 9 gezegenin seçilmişleri, bardaki inanılmaz gösterilere kanmayınca oradan ayrılmaya karar verirler. onları ikna edemeyeceğini anlayan bar sahibi ise ‘akademiyi kurdum! size ödüller verdim! burada her yıl bir kupa kazanabilirsiniz. aptallar, ne kaybettiğinizi bilmiyorsunuz! tarih yazabilirdiniz ve sizi çoktan unutmuştuk!’’ diye arkalarından haykırır. buradaki mitos-logos ayrımının, kinik-hedonist yaşam algısı ile uhrevi erek arasındaki ayrımdan ziyade, pozitif bilim paradigması ile mistisizm arasındaki seçim şansı olduğu görülür. zira koskoca platon’ un academia’ sını bar olarak göstermek başlı başına moderniteye giydirilmiş kılıfın sıyrılmasıdır…

    filmde tanrısal bir kişilik tarafından gelişimi tamamlanan christ ( ki bu aşamada boktan altın yapma simyası ilginçti) ve diğer gezegenleri yöneten sapkın, aşırı nefret ve şiddetle yoğrulmuş ya da sadece fazlaca ilginç mehdiler (yani sanırım) tüm kişisel yargıları ve geçmişlerinden arınarak kutsal dağa tırmanmayı başarır. oradaki 9 ölümsüzü öldürme planı yaparken onların sadece birer kukla olduklarını görürler. ve son sahnede bunların realite olmadığını seti göstererek verir jodorowsky. 9 kişi (artı 1?) gerçekliği bulmak için tekrar dağa giderken film sona erer.

    aslında yorumlaması hayli güç olan son sahnedeki atağında jodorowsky, tüm film boyunca özenle kurduğu ihtişamlı düşsel evreninden bizi bir anda kopararak şoke etmeyi amaçlıyor. i̇lk izleyen kimsenin beklemeyeceği bir şekilde biten filmde, tüm film akışı boyunca sürreel varlıklar olarak kabul ettiğimiz kişiler, kendilerini gerçekleştirmek için bizi dışlayıp bunun bir film olduğu gerçeğine kavuşurken biz sanal varlıklar oluyoruz. bu şekilde sürreel olanın izleyici ilan edilmesi ‘’cogito ergo sum’’ paradoksunu hatırlatıyor. fakat en sonda seçilmişlerin kameraya saldırıp yere düşürmelerini, kırmalarını beklediğimi, bunun daha çarpıcı ve etkileyici bir final olacağı kanaatinde olduğumu da belirteyim…

    tüm bunların haricinde insanların göğüslerindeki kurşun deliklerinden kuşların uçtuğu, ağzından nar tanelerinin kan olarak döküldüğü, güvenlik güçlerinin insanlara kova kova kan boca ederek yaraladığı, deşilen karınlardan güllerin döküldüğü, beyinlerden mavi boyaların fışkırdığı sahnelerdeki sanat anlatımı, bir film perdesinin şövaledeki bir tuval gibi kullanılabileceğinin en güzel örneği. renklerin şiddet ile harika opus magnum’ u…

    ---olası spoiler ibaresi bitti---

    başta belirttiğimiz gibi sinema ile ciddi anlamda ilgilenen ve alt metinleri okumayı sevenler dışında genel bir izleyici kitlesine hitap edecek bir yanı olmayan the holy mountain, aşırı yoğun imgesel anlatımı, devasa mekan ve renkleri ile insanı yoruyor. kopuk sahneler arasında ilişki kurma, çizgisel kurgulara alışık olan bizler için fazlası ile zor iken sonlara doğru senaryonun dinginleşmesi ile ortasından kırılan bir film havası veriyor. genel itibari ile beğendiğimi söyleyebileceğim filmin belki de çoğunu anlamamış olabileceğimi, bu kadar yoğun ezoterik anlatım ve simgeler güruhunu tam olarak yorumlamanın imkansız olduğunu, benim anladığımı düşündüğüm ve savunduğum filmle ilgili anlamların bir başkası tarafından fütursuzca çürütülüp yanlışlanmasının, dolayısı ile yönetmen ile izleyici arasında bulunabilecek makul bir parallax hatasının allahın emri olabileceğini de belirtelim.

    her şeye rağmen rüya gibi ve insanı sersemleten bir film. denenmeli…
    3 ...