salo o le 120 giornate di sodoma

entry88 galeri video2
    43.
  1. ---olası spoiler ibaresi---

    festivallerin en çok seyirci kaçıran filmi olarak hatırı sayılır bir şöhrete sahip olan salo, pier paolo passolini’ nin 1975’ de çektiği başyapıtı olarak ünlüdür. aynı zamanda şair ve komünist parti yandaşı bir aktivist olduğu bilinen passolini, evrensel ahlak yasasını ters yüz ettiği bu filmde her türlü aşırılık ve immoral davranışı kullanarak insan psikolojisinin sınırını saptamaya yelteniyor.

    öncülleri ile birlikte, danimarkalı sinemacı lars von trier’ nin bir röportajında rastlamıştım; ‘’bir sinema filmi ayakkabınıza giren bir taş gibi olmalıdır. o taştan kurtuluncaya, onunla ilgili sorununuzu çözünceye kadar yakanızı bırakmamalı ve sizi rahatsız etmelidir.’’

    passolini işte bu şekilde düşünen sinemacılardan. film kariyeri uzun olmasa da ve hatta o filmlerinde ustaca defolarını ortaya serdiği faşistler tarafından kendi filmleri denli zalimce öldürülse de, filmlerindeki çiğ sanat anlayışı kesinlikle bir tarz sahibi olduğunu kanıtlıyor.

    aslen marquis de sade ile kısmen boccacio’ nun ünlü decameron’ undan beslenen filmde, sodom ve gomora mitinde anlatılan türlü cinsel sapkınlık, hayvani dürtüler ve cinayetin kol gezdiği bir horror shock stili anlatım var. tabi bu tabir bizi yanıltmamalı. zira passolini bu sahnelerin çekiminde reel görünümler harici bir estetik kaygısı güdüyor gibi görünmüyor. tamamen rahatsız etmeye dayalı bir şekilde, izleyiciyi rahatsız edip hangi noktada duracağımızı sorguluyor…

    çılgınlıklar çemberi, bok çemberi ve kan çemberi olmak üzere üçe ayrılan film çok fazla alt metin ve göndermelere yer vermeyip, genel temasını tüm filme yayarak güçleniyor. her sahne ile kendi ana argümanını destekleyerek aynı fikri defalarca zihinlere kazıyor. tabi yeni gerçekçi ve daha elitize-estetize sanat anlatımlarına sahip italyan yönetmenlere alışkın gözler için passolini’ nin kustuğu nefret tamamen şok edici. bu konuyu vurgulamak için bu kadar ileri gitmek gerekli miydi diye soruyorum aslında; ama 35 yıldır bu filmin tartışılmasını sağladığına göre passolini doğru yoldaymış sanırım…

    işık ve kamera kullanımı açısından her hangi bir başarı ya da sorun içermeyen film, passolini’ nin özyaşam öyküsünden de çıkarabileceğimiz gibi nazi-faşist işgali sırasındaki italya’ da tamamen insani duygularını terk etmiş mavi kan’ ların zorbalıkla aldıkları iktidar döneminde geçiyor. iktidar ile terbiye olmayan bu burjuva güruhu, 9 erkek ve 9 kadın köleyi adeta at seçer gibi dişlerine ya da bedensel bir kusurları olmamasına dikkat ederek seçip bir malikaneye kapatıyor ve olaylar başlıyor. her türlü işkence, anal seks, eşcinsel ve toplu ilişkiler, idrar içme ve dışkı yeme sahneleri ile filmin sonunu getirmek cidden güçleşiyor. her ne kadar aslı olup olmadığı hiçbir zaman kanıtlanmasa da akşam yemeğindeki toplu dışkı yeme sahnesinde gerçek dışkı kullanıldığı iddiaları insanı daha da irrite edip filmi kapatmamak için kendini zor tutmaya itiyor.

    bunuel’ in de tüm kariyeri boyunca aşağılayıp eleştirdiği burjuva sınıfı, salo’ da faşizmle yıkanıp daha da tehlikeli bir köpek haline geliyor. filmin sonlarına doğru ne yapsalar da artık tatmin olmayacaklarını anladığımız bu sapkın sodom çocukları, ellerindekilere işkence yaparak, ırzına geçip öldürerek son günahlarını işlerken; yapılan testleri geçip de onların koruyucu köpekleri olmaya hak kazananların da onlara benzemesi, dışarıda barbarca işkenceler sürerken dans etmeleri, faşizm ve türlü immoral tutumun viral enfeksiyon gibi toplumu sarıp normlaşması ile kolektif çöküşün katastrofik tablosunu çiziyor. patetik, dehşetli, ama etkileyici…

    insanların köpek gibi yemeye zorlandığı sahneler ve evlendirilen çiftin ırzına geçme sahneleri yine aynı çiğlikte işlenmiş. madame’ ın anlattığı, pedofiliden türlü sapkınlığa varan hikayeler ile kendinden geçen soylularımız her türlü kanuni ve dini engelden ırak tuttukları bu zevk yerinde en sonunda kendi zevk ve sapkınlıklarının kölelere de sirayet ettiğini görünce ise işler değişiyor. otorite olarak hem onlara işkence yaparak cezalandırmanın zevkini yaşarken hem de hiçbir sınırın olmadığını düşündükleri bu yerde kendi sınırlarının başkalarından gelmesinin aptallığını yaşıyorlar. başka bir deyişle otoritenin zorla elinde tuttuğu yabani köpek ehlileşmeye başladıkça onu dövmek zevkinden mahrum kalan iktidar daha da deliriyor! peki sınır nerede?

    bu işkenceler sırasında kimi yerlerde ikona ve meryem heykellerinin olması gibi belirgin detayların yanında, son cezalandırma öncesi dışkı ile doldurulmuş küvetin içinden gelen ‘’tanrım bizi neden yüzüstü bırakıyorsun?’’ nidası tabi çarmıhta oğlun babaya yakarışını imleyip zorbalık karşısında maneviyata sığınma halinin temsili gibi. ki sınavı geçen mavi kurdeleliler ise belirgin bir boyalı kuş varyasyonu yaratıp stockholm sendromu benzeri katillerine benzemeye başlıyorlar. iki ucun arasındaki uçurum ve bu uçurumun arasında dans eden aristokrat beyler! çarpıcı anlatım, hakkını vermek gerekir…

    ---olası spoiler ibaresi bitti---

    marquis de sade’ ın yıllarca tutuklu kalıp en son kanı ve dışkısı ile duvarlara yazmaya mecbur kaldığı, 1930 tarihli ve en sevdiğim birkaç filmden biri olan l’age d’or’ da bunuel’ in anlatıp yıllarca sürgünde yaşamasına ve aforozuna sebep olan, tam 45 sene sonra biraz daha ileri giderek işleyen passolini’ nin kafasının üzerinden faşist partizanların araba ile geçerek kafatasını parçalamasına varan bu uçarı fikir, tarihinde de aynı filmdeki gibi üç çember içeriyor. bakalım bundan sonra bu çemberi kırmayı kim deneyecek…

    tam anlamıyla bir başyapıt olduğunu düşünmesem de, salo o le 120 giornate di sodoma, midesine güvenen herkesin izlemesi gereken, sağlam immoral temelli bir totaliter modernite eleştirisi.
    4 ...