charles bukowski

entry1051 galeri video5
    393.
  1. notes of a dirty old man kitabından;

    new orleans. fransız mahallesi. bir kaldırımdayım ve duvara yaslanmış bir sarhoşu seyrediyorum. sarhoş ağlıyor ve italyan ona "fransız mısın?" diye soruyor. ve sarhoş, "evet, fransızım" diyor ve italyan yüzünün ortasına öyle bir yumruk çakıyor ki fransız başını duvara çarpıyor, sonra yine soruyor italyan; "fransız mısın?" kurbağa yine evet diyor ve bir yumruk daha yiyor. arada italyan, "ben dostunum, dostunum ben, sana yardım etmeye çalışıyorum, anlıyorsun değil mi?" diyor ve fransız "evet" deyince bir tane daha çakıyor. arabasının tavanına astığı el fenerinin ışığında sakal traşı olan bir italyan daha. gecenin ortasında köpüklü suratı ve elindeki ustura ile abuk bir görünümü var. duvar dibinde olup bitenlere tamamen kayıtsız. fransız, italyan' dan kurtulup arabanın kulbuna yapışıyor ve "imdat!" diye bağırıyor. italyan arkadan yetişip fransız' a bir yumruk daha çakıyor; "ben dostunum...dostunum!". ve fransız arabanın üstüne kapaklanıp arabanın sarsılmasına ve anladığım kadarı ile içerde sakal traşı olan öbür italyan'ın yüzünü kesmesine neden oluyor. italyan sabunlu yüzü ile arabadan dışarı fırlıyor, yüzündeki kan çizgisi sabunların arasından uzuyor, "seni orospu çocuğu" diye küfrederek elindeki usturayla fransız'ın yüzünü doğramaya başlıyor. fransız korunmak için ellerini yüzüne kaldırınca usturayı ellerine de sallıyor: "orospu çocuğu! orospu çocuğu!"

    kentte ikinci gecem ve dayanılacak gibi değil. kendimi bir bara atıp oturuyorum. yanımdaki bana dönüp, "fransız mısın yoksa italyan mı?" diye soruyor. "aslına bakarsan çin'de doğdum, babam misyonerdi, ben çok küçükken bir kaplana yem oldu" diyorum.

    tam o sırada arkamda biri keman çalmaya başlayınca başka soru sormuyor, biramı yudumluyorum. keman bir süre için susuyor, öbür yanıma bir başkası oturuyor. "adım sunderson. senin bir işe ihtiyacın var galiba" diyor.

    "paraya ihtiyacım var. iş delisi değilim" diyorum.

    "şu oturduğun taburede birkaç saat daha oturduğunu farzet, iş o kadar kolay."

    "elime ne geçecek?"

    "haftada on sekiz dolar, ama ellerini kasadan uzak tutacaksın."

    "bana nasıl engel olabilirsin?"

    "haftada on sekiz dolar alan başka birinin gözleri üstünde olacak."

    "fransız mısın?"

    "sunderson. iskoç-ingliz. winston churchill ile uzaktan akraba oluruz."

    "sende bir tuhaflık sezmiştim."

    ---

    aynı taksi şirketi için çalışan taksicilerin depolarını doldurmaya geldikleri bir benzinlikti. benzini doldurur, parayı alıp kasaya koyardım. gecenin büyük bir bölümünü iskemleye oturarak geçiriyordum. patlak lastiklerini değiştirmemi isteyen birkaç şoförle tartışmamı saymazsak ilk iki-üç gece iyi geçmişti. italyan bir oğlan patronu arayıp orada hiçbir şey yapılmadığını söylemiş, bağırıp çağırmıştı ama ben neden orada olduğumu biliyordum -paraya göz kulak olmak için. ihtiyar bana silahın yerini ve nasıl kullanılacağını göstermişti. ''şoförlerin benzin ve yağ ücretlerini ödediklerinden de emin ol'' demişti. ama haftada 18 dolara parasının bekçiliğini yapmak gibi bir niyetim yoktu, sunderson'ın yanıldığı nokta buydu. parayı kendim de yürütebilirdim ama birileri kafama çalmanın yanlış olduğu gibi aptalca bir fikir sokmuştu ve ben bu arada ön yargılarımı aşmaya, değiştirmeye, karşı gelmeye ya da kabullenmeye çalışıyordum. bilirsiniz işte...

    dördüncü gece ufak tefek zenci bir kız belirdi kapıda, öylece durup gülümsedi bana. üç dakika kadar bakışmış olmalıydık. sonra "n'aber?" diye sordu. "benim adım elsie".
    "haberler pek iyi sayılmaz, benimki de hank". içeri girip eski bir masaya yaslandı, küçük kız elbisesi vardı üstünde. edası ve gözlerindeki oyun isteği de küçük bir kızı andırıyordu, ama kadındı. kahverengi, temiz bir küçük kız elbisesinin içinde nabız gibi atan mucizevi, elektrik bir kadın.

    "bir meşrubat alabilir miyim?"

    "tabi"

    parayı verdi. dolabın kapağını açışını seyrettim. uzun bir kararsızlıktan sonra bir şişe seçti, küçük bir tabureye oturdu ve onun meşrubatı içişini, elektrik ışığının altında şişenin içinden geçen hava kabarcıklarını seyrettim. vücuduna, bacaklarına baktım ve kahverengi şefkati içimi kapladı. haftada 18 dolar için her gece o iskemlede oturmak insanın yalnızlık hissini körüklüyordu. boş şişeyi verdi.

    "teşekkür ederim"

    "bir şey değil"

    "yarın gece kız arkadaşlarımı da getirebilir miyim?"

    "birazcık sana benziyorlarsa hepsini getirebilirsin tatlım"

    "hepsi bana benzer"

    "hepsini getir öyleyse"

    ertesi gece üç-dört kız arkadaşıyla geldi. konuşuyor, gülüyor, meşrubat içiyorlardı. tanrım, ne kadar hoştular; genç, hayat dolu zenci kızlar. her şey gülünçtü, her şey güzeldi. gerçekten öyleydi, öyle hissediyordum. ertesi gece sekiz-on kız, bir sonraki gece de on üç-on dört. cin ve viski getiriyor, içtikleri meşrubatlara katıyorlardı. ben kendi içkimi getiriyordum. ilk gelen kız en güzelleriydi. elsie. kucağıma oturup bir çığlık atardı: "hey, tanrı aşkına, bu olta kamışıyla bağirsaklarimi deleceksin!". öfkelenmiş gibi yapardı sonra, gerçekten kızmış gibi. öbür kızlar gülerdi. ve ben şaşkın, sırıtkan, mutlu, öylece dururdum. benim için fazlaydılar, ama iyi bir gösteriydi. şoförlerden biri korna çaldığında öfkeli bir şekilde ayağa kalkar, içkimi bitirdikten sonra silahı elsie' ye verir, "elsie, hayatım, sen şu lanet kasayı gözet, kızlardan biri davranmaya kalkarsa benim için bacaklarının arasına bir delik aç, olur mu?" derdim.

    ve elsie'yi elinde kocaman silahla bırakıp dışarı çıkardım. tuhaf bir ikiliydiler. elsie ve silah. olayların gidişatına göre bir adamı öldürebilir ya da hayatını kurtarabilirlerdi. erkek, kadın ve tarih. ve ben dışarı çıkıp benzini koyardım.

    sonra bir gece italyan taksicilerden biri, pinelli, meşrubat içmek için içeri girdi. adını severdim ama ondan hiç hazzetmezdim. patlak lastikleri değiştirmediğim için en fazla tantanayı o yapmıştı. italyanlarla bir meselem yoktur, ama kente geldiğimden beri başıma gelen talihsizliklerin altından sürekli italyanların çıkması da dikkat çekiciydi doğrusu. irkçılıkla ilgisi olmadığını biliyordum. matematikseldi daha çok. frisco' da yaşlı bir italyan kadının hayatımı kurtardığım söylemek çok yanlış olmaz mesela, ama o başka bir öykü. sinsi sinsi girdi içeri pinelli. bir sansar gibi. kızlar her yere dağılmış konuşuyor, içiyor, gülüyorlardı. pinelli meşrubat dolabına gidip dolabın kapağını açtı.

    "allah kahretsin, meşrubat kalmamış ve ben susadım! kim bitirdi meşrubatları?"

    "ben" dedim.

    çıt çıkmıyordu. kızların hepsi bizi izliyorlardı. elsie yanı başımda durmuş, gözlerini pinelli'den ayırmıyordu. fazla uzun ve derin bakmazsan yakışıklı sayılırdı pinelli; kartal burun, siyah parlak saçlar, prusya subayı havası, daracık bir pantolon, oğlan çocuğu öfkesi.

    "meşrubatı bu kizlar bitiriyor ve bu kızlar burada olmamalı. meşrubat şoförlere aittir!"

    sonra bana iyice yaklaşıp öylece durdu, bacaklarını sıçmak üzere olan bir tavuk gibi açmıştı.

    "bu kizlarin kim olduklarını biliyor musun, hıyar?"

    "evet, benim arkadaşlarım"

    "bilemedin dostum! fahişe bunlar! caddenin öbür yanindaki genelevde çalışıyorlar. anladın mı? fahişe bunlar!"

    kimse tek kelime etmedi. hepimiz italyan'a bakıyorduk oturduğumuz yerden. uzun süre kesiştik, sonra dönüp dışarı çıktı. gecenin gerisi tatsız geçti. elsie kaygılandırıyordu beni. silah ondaydı. silahı ondan aldım.

    "o orospu çocuğuna yeni bir göbek deliği açmama ramak kaldı" dedi. "onun anası fahişe!"

    sonra, birden ortalık boşaldı. oturup içtim. sonra kalkıp kasayı açtım, para tamamdı.
    sabah beş sularında ihtiyar geldi.

    "bukowski?"

    "efendim, bay sunderson"

    "sana yol vermek zorundayım" (aşina sözler)

    "neden?"

    "çocuklar burayı işletemediğinden şikayet ediyorlar. burada fahişeler fink atıyor, sen de onlarla oynaşıyormuşsun. göğüsleri meydanda, apışları açık dolaşıyorlarmış ve sen onları yalıyormuşsun. sabahın erken saatlerinde böyle şeyler mi oluyor burada?"

    "şey, pek de öyle değil"

    "neyse, güvenilir birini buluncaya kadar senin yerine ben bakacağım, burada neler döndüğünü bilmek istiyorum"

    "pekala, sunderson. sirk senin"

    ---

    iki gece sonraydı sanırım. bardan çıkmıştım. benzinliğin önünden geçmeye karar verdim. iki-üç ekip otosu vardı ortalıkta. marty' yi gördüm. anlaşabildiğim ender şoförlerden biriydi. yanına gittim.

    "neler oluyor, marty?"

    "sunderson'ı bıçakladılar, sonra da silahını alıp şoförlerden birini vurdular"

    "tanrım, film gibi. vurulan şoför, pinelli mi?"

    "evet. nasıl bildin?"

    "göbeğinden mi?"

    "evet, evet. nasıl bildin?"

    ---

    sarhoştum, odama doğru yürüdüm. dolunay vardı new orleans' da. bir süre yürüdüm ve yaşlar akmaya başladı. ay ışığında bir gözyaşı seli. sonra kesildi. yaşların yüzümde kuruduklarını hissedebiliyordum, cildim geriliyordu. odama girdiğimde ışığı yakmadım, ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp yatağa bıraktım kendimi. elsie, harikulade zenci fahişem benim. ve uyudum. her şeye sinmiş hüznün içinden uyudum. uyandığımda şimdi sırada hangi kent var diye geçirdim içimden, hangi iş? kalktım, çoraplarımı ve ayakkabılarımı giyip bir şişe şarap almaya çıktım. iyi görünmüyordu sokaklar. genellikle görünmezler. insanlar ve fareler tarafından planlanmışlardı sanki ve siz onlarda yaşamak ya da ölmek zorundaydınız. ama bir dostumun bir keresinde bana dediği gibi "sana hiçbir şey vaadedilmedi, sözleşmen yok". şarabımı almak için dükkana girdim.

    kirli bozuklukların beklentisi ile öne doğru eğildi orospu çocuğu.
    4 ...