ilgili bazı başlıklarda paylaştığım, (#13470432) (#13470235) parçalar halinde sunduğum hikayemin, tam metni (henüz bitirmediğim, yazımına devam ettiğim) aşağıdaki gibidir:
Savaş her zaman var olmuştur. Bunu sadece fiziksel dünyada algılamamak gerek. Savaş, ruh ve fizik dünyasında zıtlıklar ile birlikte dünyaya gelmiş insanoğlu ile hep var olmuştur. iki gerçek ya da iki hayal arasındaki farkları anlamaya çalışmak, iki kuram arasındaki benzerlikleri tespit etmeye çalışmak, iki problem ya da soru hakkında çözümler ve cevaplar aramaya çalışmak; savaşın başladığı nokta ise hangi iki gerçeğin, hayalin, kuramın, problemin ya da sorunun baskın olduğuna karar verme noktasına gelinmesidir.
Kalbin ve aklın savaşı ise, hayatında hep ikilemler içinde kalmış ve karşılaştığı zor durumlardan hangisini kullanarak kurtulmaya çalışacak insanın vardığı noktada başlar. Mantık ile sorulara cevap arayan bir bedenin vereceği tepkiler ile kalbi rehber atayarak cevaplar aramış bir bedenin vereceği tepkiler arasındaki karşılaştırmalar ivmeleri iki farklı noktalara çekecektir.
Mantığın gücüne inanıp hayata bakış açısı yaratmak ile her metafizik gerçekliğe inanıp bir hayat görüşü yaratmak noktasında başlar savaş ki; bu inanç savaşıdır. insanın kendisi ile hangi iki değer arasında inancını şekillendireceği sorunu ile karşı karşıya gelmesi ve durumu savaş haline sokacak kadar çaresiz adımlarla çıkmaz sokaklara doğru sürüklemesidir inanç savaşı. Mantığın yarattığı veya yaratacağı gerçekliklerle nerelere kadar gidilebilirin, kalbin direktifleri ile beden ve zihnin hangi kapıları açabilirin savaşı. Öyle ki her iki yolda engel teşkil edebilecek şüpheler, paranoyalar, yaratımsal evrede oluşabilecek her türlü pürüz ve dilemmalar, seçim savaşını kızdıracak etmenlerdir. Savaşın başlangıcının temel nedeni insan zihni ve kalbi olduğu gibi gidişatı da zihnin ve kalbin yarattığı ya da yaratacağı ikilemler, soracağı sorular, iteceği uçurumlardır. Kaybedilerek gelinmiş bir sonuç ise en baştaki inanç ya da mantık seçiminin sorgulanmasına ve savaşın başlangıcına dönüp yapılmış seçimlerin değiştirilmesine sebebiyet verir.
Materyalist seçimler ile gelinen noktada hüsrana uğramak. Sonrasında fizik ötesi ile çözüm aramak. Kalp rehberi, insanı karanlık bir ormana sürükledi ve karşı tepelerde Araf'ı gösterdi. Öyle ise makul gerekçeler merdivenine tırmanıp aydınlığa doğru yükselen bir adamın, böyle bir savaşın gidişatını, sonucu görmeden değiştirmesi kolay değildir. Kimse seçmiş olduğu yoldan geri dönme cesaretini, öz güvenini ve insanların kendine bakış açısını değiştirme ya da kaybetme korkusundan ötürü gösteremeyebilir. Seçtiğinin sonucunu görmelidir. Doğru seçim yaptığını zaten sorunları bir bir çözebilmesinden anlar. Çıkmaza girip başının belada olduğunu fark eden biri ise sonucu tahmin edebilir ve oraya varmadan çok önce seçimlerini gözden geçirmeye koyulur. ikinci davranışı göstermek insanın kendisi ile olan bir başka savaşını kazanmasına bağlıdır.
Seçilen seçenek ile yola çıkmak ve birçok şey yaşamak. Şimdi ise pişmanlık ve gerçeklik dışılık teşkil edebilecek bir noktaya varmak. Durumu gözden geçirip diğer şık ile yola devam etmek ya da baştan başlamak, seçilmiş olunan şık ile buraya kadar gelinen onca yolu gerçek dışı mı kılacak? Bu sonuç tüm o gerçekliği birdenbire siliyor mu? Gerçek ile gerçek olmayan arasındaki farkı idrak edememe gibi bir yerde yaşamaya başlamak ne çeşit bir cehennemi andırır, ürkütücü.
Tüm bunların aksine insanın savaşa ne zaman girdiği değil nasıl iştirak ettiği daha ön planda durmaktadır. Yeni doğan bir bebeğin doğum boyunca geçtiği evrelerden ve gelişim sürecinden yola çıkmayı doğru buluyorum. Öyle ki; anne rahminde neler yaşadığının bilincinde olmayan, ıslak bir ortamdan kuru bir ortama geçtiği anda üşüdüğünü hisseden, gözleri ile ışığa ilk defa şahit olan bir bebek canlanıyor zihnimde. irin ve belki kan içinden çıkan, çıkar çıkmaz ciğerlerini ilk soluduğu oksijen ile yakan ve neticesinde gözlerinden yaş döken bir bebek. Dünyanın ilk saniyeleri fiziksel olarak kendisini etkilemiş, çok da temiz olmayan oksijen ile ilk kire bulaşmış, gözlerinden ilk damlalarını duygusallıktan çok öte bir sebeple dökmek zorunda kalmıştır. içine çektiği oksijenin, akıttığı gözyaşlarının ve anne rahminden çıkarken ki yüzleştiği zorlukların verdiği yorgunluk ile hayatındaki ilk uykusuna dalar günün sonunda. Henüz rüya görebilecek kadar günlük olaylara tanıklık etmemiştir gözleri. Beyni henüz analiz yapıp bunları rüyasında bambaşka boyutlara taşıyacak kapasitede değildir. Kimler hatırlar bilemem ama belki de uykunun en tatlı olduğu bir dönemdir bebeklik dönemi. Temiz, saf, uçsuz karanlık.
Şimdi ise on yaşında. Yaşamın en temel zıtlığı olan iyi-kötü algısının şekillendiği, geliştiği bu yaşta, oyun çağı diye adlandırdığımız bu çağda; çevresinin ve içinde bulunduğu zamanın getirilerinin, zihnine yüklediği görsel ve işitsel verilerinin, hayal dünyası ile gerçek dünyasında doğru-yanlış, kaba-nazik, tehlikeli-tehlikesiz, riskli-risksiz, ahlaklı-ahlaksız ölçütlerinde yargıladığı, değerlendirdiği ve çevre etmeni ile öğretildiği bir çağda, ne çeşit bir savaşın içinde olduğunun farkında olmadan yaşamaktadır. Her gün verdiği etik olan ile olmayanı öğrenme kavgası, ya da deneme ile tecrübe etme aksiyonu, yaşının verebileceği pişmanlıkları da beraberinde getirmekte. Sosyal çevresinin üzerinde kurduğu baskı ile yaşamanın yanı sıra, temelleri yıllar önce atılmış, bu günlere dış kabuğunda değişerek ancak aynı mayayı koruyarak gelmiş ahlak değerleri ya da sözüm ona kuralları ile yüzleştiği günler, aylar ve önemseyip muhasebesini yapacak yaşta olmadığı için nasıl geçtiğini fark etmeden bitirdiği yıllar boyu keşfedip de yarı korku yarı merak içinde farklı, belki çocuksu belki çocuk olmasına rağmen kirli, belki sebeplerinin dâhili veya harici kötü iz bırakmış psikolojik darbeler veya müdahaleler olduğu tamamıyla zararlı ve yanlış işlenmiş cinsel fikir ve deneyimlere sahip olmuş, ilgisizliğin ve vurdumduymazlığın kurbanı haline gelmiştir. ileriki beş yıl içerisinde hızlı yaşamanın ve çok şey görmenin vermiş olabileceği unutkanlık belki yaklaşık bir on yıl sonrasında kendisini terk edecek ve daha on yaşında iyi-kötü zıtlıklarından kötü kısmına daha çok tanıklık ettiği ve buna binaen edindiği deneyimleri hatırlayacak, hatırladıkça pişmanlık duyacaktır. Çünkü artık yirmisindedir. Ancak yirmisine gelmiş ve henüz ilginçleşmeye başlamış bu karakterin en önemli ve en kilit yılları olan onlu yıllarını görmezden gelmek, tüm bir analizde ve gözlemde doğru ve eksiksiz sonuçlar elde etmede büyük hata olurdu diye düşünüyorum.
Bir insanın en önemli dönemleri hangi yaş aralıklarında dense 10-25 ve 25-30 denilebilirdi. Yaşın getirdiği karakter veya içselliğin dereceleri ve kişilikte taşların yerine oturma evresi, süresi ve süreci Batı'dan Doğu'ya ya da soğuk coğrafyalardan sıcak coğrafyalara göre farklılıklar gösterir derler. O kadar uzak yerlere gitmeden de bu farklılıkların -toplumun en küçük ve temel yapısı olan ailelerde de- bariz görüldüğünü söylemek mümkündür.
Sözü edilen karakter oluşumunun yaş dağılımını kıtalar arasında belirlemek yerine bir toplumdaki anlayışların çeşitliliğine göre karar vermek daha basit ve çözümcü ve doğru bulgular elde etme adına daha sağlıklı bir yaklaşım olacağı kanaatindeyim. Hayat görüşü ve yaşam tarzı birbirinden farklı iki ailenin çocuk üyeleri ebeveynlerin tutumlarına ve eğitimlerine göre farklı dönemlerde farklı karakter yapıları göstermekte olup, karakter oluşumu denilen süreci farklı yaş aralıklarında tamamlayabilirler. ideolojik açıdan farklı iki ailenin öğretici üyeleri konumunda olan anne babaların öğrenen konumunda olan çocuk üyelerine aşıladıkları ideolojik öğretileri, çocuğun fikir dünyasında bir yapılanmaya kapı açıp, bu yapılanmayı bir ahlaki sistemin temelinin oluşmasına sebebiyet verir. Çocuk iyi ya da doğruyu haklı ya da haksızı kendisine empoze edilmiş ideolojik fikirlerin kendince çıkarımlarında arar. Yargılama mekanizması vicdanın rolünü geri plana atıp ideolojinin getirileri ile çalışmaya başlar.
A ideolojisini benimsemiş X ailesinin çocuğu A ideolojisine göre bir hayat yaşamaya başlamış ve hayatının önemli dönemlerinde karakter oluşumunu temeldeki bu dayatmalar ışığında tamamlama sürecine girmiştir. Diyelim ki bu A ideolojisine sahip X ailesinin A ideolojisi ile yetiştirdiği çocuğu, ailesinden aldığı bu temeli üzerine sosyal veya eğitim hayatında da eklemeler yaparak kendisine bir hayat tarzı ve görüşü oluşturdu ve bunu tamamladığında 18-19 yaşlarında idi. B ailesinin Y ideolojisi ile yetiştirdiği çocuğun da aynı evrelerden geçtiğini -aile-çevre-eğitim- ve kendine bir hayat görüşü ve yaşam tarzı oluşturduğunu ve bunu başardığı yaşın da 25-29 arasındaki herhangi bir yaşta olduğunu varsayalım. işte bu bir hayat görüşü ve tarzı 19 yaşında şekillenmiş bir genç ile 25-29 yaşları arasında şekillenmiş bir yetişkinin hayata dair tecrübeleri ve hayattan aldıklarının nicelikleri arasında büyük farklar olabilmektedir.
Hafıza. Beynimizde görsel açıdan bulanık olan hatıraların, içerikte gayet şeffaf olduğu ilginç depo. Ve yaşanmışlıkları hatırladığında insan içgüdüsünün hemen sebeplerine odaklanma arzusu. ilk olanı araştırmanın verdiği sonuçlar, hem sağlam hem analiz açısından sağlıklı olamayabilecek ama gerçeklik bazında şüphesiz kesinliğe sahip sonuçlardır. Meydana gelmiş bir olayın bir zincirleme olaylar bütünü olduğunu görüp bu zincirin ilk halkasına gitmektir sebep arayışında bize yardımcı olacak unsur. Tek olayın, bağımsız ancak, etkileyici özelliği olması da bir diğer gerçek. Hafızasında aslında görsel açıdan bulanık olmayan, fakat, sebeplerini anlama konusunda yeterince bulanık olduğu anılar canlanıyor bir zamanlar onlu yaşlarında olan bebeğin zihninde, yirmili döneminde.
Varsayım gibi sunduğum, aslında tamamen gerçek olan, bahsini ettiğim bebek hakkında anlatacaklarım ne ustaca oluşturulmaya çalışılmış bir kurgu, ne de bir edebi kalıba sığdırılmak amacı ile betimlenmiş bir karakterdir. Bahsini edeceğim karakter, kendisinin hala içinde bulunduğu şaşıfelek çıkmazında bir çıkış kapısı arayan, ışıkları söndürülmüş ve anahtarı sanki bir büyü ile yok edilmiş odada, elleri duvarlarda gezinir bir şekilde korkak ve çaresiz adımlarla ilerleyen, Dante'nin cehennem tasvirinde kibrinden göğsü kabartılmış ve başı fiziksel zorunluluktan ötürü yukarı bakar şekle bürünmüş ve manasız kelimeler mırıldanarak dar bir çukur içinde sıkıntı ve kasvetle yürümeye mahkum edilmiş insanlar gibi bir eylem içinde bulunan karakterdir. Hayatının ilk yarısını doldurmaya az bir zaman kala geçmişini sorgulayan, geçmişinden gününe sahip olduğu insanların ve o insanların kendisine olan etkilerini sorgulayan ve bu sorgulama içinde sıkışıp kalmış bir karakter.
Erkek. içnde bulunduğu yaşa (23) paranoya yaratabilecek kadar "bulanıklaşmış" bir takım anılara sahip, karamsar. Bu bulanık paranoya sebeplerinden birisi olan küçük yaşta geçirdiği pnömoni (zatürre) hastalığı, kendisinin sosyal hareketliliğini baltayan etmenlerdendir. Yine kendini kandırarak mı, yoksa gerçekten aklında tasarlıdığı gibi mi, kendisi bile şüphelenerek başladığı nikotin bağımlılığını aşmasına rağmen, varolması gereken sosyal hareketliliğinin önündeki handikap olarak hissettiği eski haslatığını besleyici etmen olarak görmekte ve bunu ruh dünyasını etkileyen bir sebep olarak belirlemektedir. Sağlıklı bir vücudun ruhu da beslediği söylenir. Vücuda egzersiz yaptırmanın ruhu her zaman dinç tutacağı bilinir. işte ruhunun çürüklüğüne bulabileceği ilk ve en basit sebep, küçüklükte geçirdiği hastalığın hala etkilerinin devam ediyor olması paranoyası idi. Her ne kadar paranoyasını haklı çıkarmak için hastalığını araştırmış ve kalıcı etkisi var mı yok mu öğrenmeye çalışmışsa da, yarım yarım elde ettiği bilgileri de zamanla bulanıklaştırarak yine inanmak istediği şeye inanıyordu. Tabi bunda hayatı boyu fiziksel veya biyolojik bir takım sorunlar yaşamış ve bu sorunların kendilerini inanılmaz birer yazar yapmış olduğu gerçeğine sahip ünlü yazarlara olan kıskançlığı ve gıpta ediciliğinin de etkisi oldukça büyük. Acı çekmeyi asla bir insanı farklı gösterebilecek iyi bir etmen olarak görmediği, aksine insanı yaşamaktan alıkoyan ama yaratmaktan alıkoyamayan bir basamak olduğunu gayet iyi bildiği gerçeği ile kendisine de bir elbise giydirmeye çalışıyor ve en çok istediği şey olan "yaratma" nın vereceği o hazzı tatmayı amaçlıyordu. Eğer ki iyi bir yazar olmanın yolu yaşamamaktan geçiyorsa idi, acıyı evine misafir edecek kadar gözü kararmıştı. Öyle ki bu gözü kararmışlığın sebebi bir hırs değil, yaratmanın vereceği zevk idi. Yani genel manada kullanabileceğim hırs kelimesini kendi içinde hazza ulaşma hırsı olarak yontuyor ve manaya yeni bir boyut kazandırıyordu. Sonradan fark edeceği gerçek ise hırsın insan ile varolmuş bütün duygulara bir kene gibi yapıştığı ve zehrini aşıladığı idi. Evet hırs, zevk alma arzusuna da sahipti, haliyle kendisine yeni bir boyut getirilmiyordu, o boyut aslında yeniden keşfediliyordu. insanın kendisi ile ilgili keşfettiği her yeni şey, bu dünya içi keşfedilmiş yeni bir şey olarak algılanmaktadır. Bunun sebebi bir insanın kendisi için önemli olan birşeyin herkes için önemli olmasını istemesidir. Ben merkezli bir dünya yaratıyor ve içine diğer insanları yerleştiriyoruz. Merkez noktaya kendimizi koyduğumuz dünyanın atmosferine yerleştirdiğimiz insanlar.
Erkek. 23 yaşında, öyle bir zihin karmaşası yaşıyordu ki, geçmişini dahi sorgularken bir düzene sahip olamıyor, ışıklar belirli belirsiz gidip geliyor, daha çok karanlığın hakim olduğu kötü anılar ise bir bir beynini kemiriyor, kendisinden nefret ettiriyordu. Birine kendisini, hayatını, geçmişini açmak istese, notaları karışmış bir şarkıyı çalan senfoni orkestrası kadar anlamsız ve gürültülü sesler çıkaran bir profil sergilerdi şüphesiz. Bunu kendisinde bir eksi olarak görüyor, zihin karmaşasını yenmenin çarelerini arıyordu. Bunu istiyordu çünkü şuan içine sıkışmış olduğu birçok sorunun temelinde bu karmaşanın kendisine aşırı seviyelerde var olması yatıyordu. En azından yine kendisi buna inanıyordu. Bu noktada, zihin karmaşasınının ne derece ileri boyutlarda olduğunu da fark ediyordu sonradan. Öyleki çözüm olarak sunduğu maddeleri bile sonradan "inanıyorum ki bu böyle" seviyesine çekiyor, ürettiği çözümlerden bile emin olamayacak kadar çaresiz kaldığını açığa çıkarıyordu. Nitekim bu böyledir demek ile bunun böyle olduğuna inanıyorum demek arasında büyük bir fark var. Buna özgüven dersek yanlış söz etmiş olmayız. Evet. Zihin karmaşasının da aslında sıkışık olduğu sorunların en temeli olmadığını da anlıyordu bir sonraki adımda. Asıl neden özgüvendi. Ve bu özgüven eksikliğini kabul etmek de, sorunlarının neden bu seviyelere geldiği sorusuna bir cevap olacaktı. Bu cevap, zihin karmaşasını da giderecek, anlatmak istediklerini karşısındakine kronlojik olarak anlatmasını başarabilecekti. Ve erkek, artık tek bir şeye ihtiyaç duyuyordu. Kendisini dinleyecek birisine. Var mıydı? Evet, vardı. Yine kendisi.