Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var.
Şimdi tabi bu lafı 1500 sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce
Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum. Hayatımız
kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle.
insanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü,
ama benim şikayetim bunlarin kötü olduğunu söyleyen insanlardan.
Sürekli şikayet edene entel diyoruz.
Ne kadar çok şikayet ederseniz o kadar entelektüel oluyorsunuz.
Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada mutlu demek memnun
anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri görür fakat bunları
kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür, yolunu
yordamını bulur.
Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor.
Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum.
işin beteri kendimizi adam yerine de koymuyoruz.
Yemek yemiyor artik çağımız insanı.
Tıkınıyor.
Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz.
Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, cünkü ortada zevk yok.
Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.
- Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden ?
Hazların peşinden koşarak değil tabi.
O da hayatımızı sürdürmek için, sabah sekiz aksam beş çalıştığımız
işler kadar kokuşma belirtisi.
Eğlenmek için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor.
Cünkü "şu film seyredilecek" deniliyor, herkes o filmi seyrediyor,
"şu yazar okunacak" diye emir geliyor, herkes o yazara çullanıyor.
Fakat herkes o yazardan ne anlıyor ?
Madem ki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı.
Ama fark da bize giydirilen bir şeye dönüşüyor.
Beymen'den giyinince farklı oluyorsun.
Kendimizden kaynaklanmıyor.
Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor.
Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor aslinda, birbirimize
giydiriyoruz. Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir
tehlike.
- Öğrencilerinizin yarisinin anti-depresan kullandığı doğru mu ?
Doğrudur.
Bizim ODTU civarinda hayat bir beladır diye algılanıyor herhalde.
Surekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye.
Ailelerin de beklentisi büyüyor.
Ama küçük bir basarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma
giriyorlar. O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki,
acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor.
Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla
tahammül etmeye çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı
gelişiyor.
- Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor ?
Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede
duracağını bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun.
Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş.
işkolik oluyorsun.
Başarısız olsan geride durmaya tahammül edemiyorsun.
O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir hayatı seçmiş
olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence.
Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman
anti-depresancı oluyorsunuz.
Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı
olmak zorundasınız. Yani Dünya'ya posta atmış, egemen değerlerin
dışında bir insan olmak gerekir.
Dünya'ya posta atabilmeniz için de once kendi değerlerinizin olması gerekir.
- Mutsuzluk bulaşıcı mi ?
Pısırık, güvensiz insanlarin bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok.
Mutsuz ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra
ölürsün. Mutsuzluk uzun sürmez.
Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin.
Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsiz olursun.
Onun için rahat olmak lazım.
On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor.
Orada yazanların tam tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.
- Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta:
"Bilge dediğin fırlama olur", demişsiniz.
Bu görüşünüzde israrlı mısınız ?
Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm,
bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum.
Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların
hiçbirinin dangalağı olmaz.
Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü
dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz.
Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri
iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı Farsçasından okur,
yatmadan önce iki bardak şarap içer.
Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği
ve gücü vardir hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti.
Yani bilge insan, hayatın içindedir.
Leman'i, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz.
Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, cok ayıp
demez.
Son çıkan küfürleri bilir.
Yeni küfürler üretir.
Yasamdan tat almayı bilir ama bunu hicbir zaman ayağa düşürmez.
Ayağıyla yaşadığı yaşamı, yukarı çeker.
O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur.
Bizde bilge, yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez
biri olarak bilinir.
Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan
olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur. Bu tanıma göre
bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor.
Akademisyenlik kötü bir iş.
Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir
sey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün.
Ya da hepinize yüz, ne fark eder.
Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir,
o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir
şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.
- Biraz da aşktan konuşalım mı ?
Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama
aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir.
Emek ister.
Hormonu iyi salgılayan aşık oldugunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir
ama aşk ayrı bir şey.
Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk.
Hıyarların, hamhalat heriflerin işi değildir.
Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir ateş düşüyor ve aşık
oluyorum. Yok öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir mi ?
Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da olmaz.
Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim
hemen diyorsan, orada aşk yoktur. Ama aşk düştüğünde;
kendimizi, hayatı, yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye
çalışıyorsak, iste aşk odur.
Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler.
Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak
cok iş var. Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir
arkadaşın evine gidip yiyişeceğiz...
Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız aşk falan yoktur.
Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik.
Aşka giriş bile yok burada yiyiş var.
Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle bir yere bir ağaç
dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı kitaplar
okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.
Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk.
Bütün Dünya'yı düşman belleyip Leyla'yi sevmek değildir.
Leyla'da bütün insanlığı sevmektir.
- Bir entelektüel olarak mutlu musunuz ?
Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum.
Televizyonu açarım ama seyretmem.
Sesini dinlerim, duvarlara bakıp öyle düşünürüm, belki yazasım gelir
bir şeyler karalarım.
Uykum gelince, bu Dünya düzelmez arkadaş deyip yatarım.
Bugün de kurtaramadık Dünya'yi ne yapalım derim.
Hesabi duruş, mutluluğu öldüren şeydir.
Örneğin Nietzsche, adam hayatı boyunca bunu anlatti.
Ama Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla
girişmek istiyorum bazen.
Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım.
Benim insan gibi insan olabilmem, icimdekilerin olabildigince
bastırılmadan ortaya çıkabilmesidir.
Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek zorunda kalıyoruz.
Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş.
Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki insanlığı
da bastırmışız. Hala içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık
var. Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı
düşünüyoruz. Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros
yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz.
Bütün bu kalıplarım dışında felsefe; çözüm arayanların değil,
soru soranların yeridir, şeytanla muhabbettir.
Ne zaman ki şeytan sizi alt eder, o zaman insan olduğunuzu anlarsınız...