bakıyorum karşılaşacağım manzarayı bildiğim halde nöbet listesinin yazılı olduğu kağıda. yazmışlar yine bana 22:00 - 00:00 nöbetini. mantıksızlıklar aklıma geliyor yine, ama sorgulamıyorum elimden geldiğince. boşver diyorum, değiştirebileceğim hiçbir şey yok, bu şekilde kabul etmeliyim. hücum yeleğimi giyip, şarjörsüz silahlarımızı alıp gidiyoz beraber. garip değil mi? nöbete gidiyorsun, silahın var ama mermin yok. işe bak yahu!
nöbet arkadaşımın kafası da kimbilir nerelerde. nişanlısıyla özlem gideriyordur belki de karanlık gölgelere bakarken. hafif uykulu gözleri, aslında hafif değil ama...
sağı solu kontrol ediyorum devriye aracı geliyor mu diye. içimi her rahatlattığımda 3-4 dakika hayallerimi düşünüyorum. öyle büyük hayallerden de vazgeçtim zaten. sadece evimde olmak istiyorum. sevdiklerimin yanında. önceden ne çok şey istermişim aslında, şimdiyse kime sorsan bu söylediğime güler geçer. olması pekte zor değil ama şu sıralar imkansızlık sınırlarını zorluyorlar.
öyle uykum geliyor ki gidip 10 dakika da bir kollarımı ıslatıyorum yeşil hortumdan akan hiçte soğuk olmayan suyla. biraz etkisi oluyor, tabi rüzgar kollarımdaki suyu alıp götürene kadar. arada sabit duruyorum hiç kımıldamadan, sanki telefonun güç tasarruf modundayım. gelsin vahe kılıçarslan'a ders vereyim dengesiz hareketlerini sonlandırması karşığında. sadece gözlerim hareket halinde olmak zorunda olduklarını hissediyorlar ama her defasında yenilgiyi kendilerine ödül olarak kullanıyorlar. beynimdeki düşünceler ışık hızıyla dalga geçiyor sanki. düşünebileceğim her ne varsa düşünmek istiyorum. en ufak ayrıntıyı bile atlamak huzursuz ediyor. hani evden dışarı çıktığınızda anahtarı unuttuğunuzun farkına varana kadar içinizde bir his dolaşır ya, aynı ona benziyor işte. belki de aynısıdır, sadece roller değişmiştir o kadar. ayakta uyuyorsun derler hani, ben onunla her gece dertleşiyorum. uyanık olduğumu sanıyorum ama gözlerim bile kendini kandırıp ufak dönüşlerini durdurmak istiyor. yalvarıyorlar sanki üstlerine göz kapaklarımı indirmem için. dün öylesine dalmışım, öylesine uzaklaştırmışım ki olduğum yerden ruhumu, kulaklarım çakıl taşlarının üzerinde yürüyenlerin seslerini olağanmış gibi algıladı herhalde. sinyal gönderme gereği duymadı beynime. belki de milyonlarca düşüncenin ayakları altında ezildi daha yolun başında, yer vermedi hiç biri ona. tabi olan biten yüzüme yansıyan, muhtemelen 5 metre uzaktan tutulmuş fenerin göz alıcı ışığıydı. farkına varır varmaz "hasiktir!" diye bir ses yükseldi içimde kime ait olduğunu bilmediğim. nöbetçi uzman çavuş ya da subaysa yandık. hele gıcık biriyse kesin disko'ya(disiplin koğuşu) yollar beni minimum 7 günlüğüne. saatler zor geçerken orada 7 gün he?
neyse ki değilmiş. bildiğin çavuşmuş oysa, devriye defterini yazdı gitti. hatta "kolay gelsin" bile dedi. ne çok iş yapıyorum ya, kolay gelsin değil mi? peeeh...
tabi biraz ötede bilmem kaçıncı rüyasını görmekle meşgul arkadaşımı hiç katmıyorum bile olanlara. hatta uyandırma gereği bile duymadım nöbet bitene kadar.
onu bunu geçtim, bu çarşı izni de ne çabuk geçiyor arkadaş, saat 12:05 olmuş. bu arada klavyenin tuşları da yarım santimetre aşağı inmemek için ellerinden geleni yapıyorlar zaten. bir daha oturmam 25 numaraya. neyse, bir dahaki çarşı izninde görüşürüz sözlük.