nazi almanyasında komşular kaybolurdu. bir bakarsınız alt komşunuz kayıp, ertesi gün kasabınız, fırıncınız, sonra bir gün gelir kocanızı kaybedersiniz, çocuklarınızı, kendinizi. kendinizi ararsınız varşova sokaklarında. kapıları çalarsınız beni gördünüz mü, nereye gittim ben.
bir gün çok uzak olmayan yerlerden dumanlar yükselir, dumanlar kötü dayanılmaz kokular. bazen kül yağardı apansız berlinin varoşlarına.
hissederdiniz gizli gizli, kendinizden bile saklı kötü şeyler olduğunu.
bir gün uzak bir akrabanız gelir. titriyor. soğuk değil hava güneşli. çöker köşeye, göğsünden bir tomar kağıt, resimler yazılar doludur. korkarsın bakamazsın, yakarsın ocakta,
külleri savrulur.
1980 ortalarıydı. istanbulda rivayetler dolaşmaya başlamıştı. dar sokaklarda fısıldaşıyordu insanlar. kokular taşıyordu rivayetler, ağıtlara sarılmış. mamak metris hikayeleri donup kalmıştı sanki, diyarbakır dolaşıyordu caddelerde sokaklarda. konuşuyordu diyarbakır anlamıyorduk, anlamsız korkulu gözlerimiz dökülüyordu üstüne sanki. korkularımız o kadar birikmiştiki, artık daha fazla korkamıyorduk.
sonra bir gün hıçkırık yayıldı. hıçkırıktı ama konuşuyordu sanki, sanki bir kemanın ince teli. yanımdan bir kadın bağırdı, bir kadın daha daha. galatasaray beyaz başlı ördek misali, kayım kaynıyor.
diyarbakır dolaşıyordu biz korkuyorduk. ağlıyorduk.
rüya görüyordum, bir gündü. işkenceciyle konuşuyordum. o da duymuştu istanbul sokaklarına sinen rivayetleri. itiraf gibiydi sözleri. olamaz diyordu, yapılanlardan söz ediyordu galiba. ağlıyor muydu bilmiyorum. rüyalar çıplak ve yalnız değildir, bazen olric giriyordu söze, sanki. anlatılanlar başka bir şeydi diyor adam. benim de bilmediğim, ama korkunç, korkuyorum diyordu, beni bırakma. adamı teselli mi ediyordum, anlaşılmaz; habire anlatıyordu itiraf gibiydi. her gün, gün gün yok edilmez ki insan diyordu.
ter içinde uyandım, ışık yanıyordu, televizyonlar çalışıyordu, haberlerde diyarbakır konuşuyordu. rüyada gibi, ağlıyordum hala.