"Sanatçının dünya görüşü, estetik kanıları, sanatın özü ve belirlenişi üstüne kendi anlayışı, belirli bir toplumsal çevre içinde oluşur ve onunla belirlenir. Bu nedenledir ki, sanatçının estetik bilinci içinde gerçekleşen sanatsal yöntem, sanatçı bunu kavrasın kavramasın, toplumsal tarihsel bir kategoridir. Dünya sanat tarihi bize şunu göstermiştir ki, sanatçının yaratıcı yönteminde barınan
bireysel özellikler, yalnızca onun özgül karakteriyle değil, ama aynı zamanda, sanatçının bilincinin belirli toplumsal çıkar ve idealleri kendine almış oluşuyla da koşullanmış olarak ortaya çıkar. Bu nedenle sanatsal yöntem, bir toplumun, bir sınıfın, bir dönemin belirli özgül ideolojik-estetiksel gereksinimlerini yansıttığı içindir ki, son kertede, yalnız bir sanatçının 'kişisel özelliği' olamaz." *
Dil toplumsal bir nesnedir. Anlaşalım ya da anlaşmayalım bölünmez ortak mülkümüzdür. Şair, şiirini bu toplumsal nesneyle yazar. Şiirinin kımıltısını, coşkusunu ise usu tarafından beslenen imgelerle sağlar. içinde yer aldığı toplumsal yapıya göre söylemini gerçekleştirir. imgeleri, konuşma biçimi, sözcük dağarcığından oluşan çoğulluk şairin biçemidir. Bireysel söylemiyle toplumsal alandaki yerini belirleyen yapı biraz da budur. Yani, bilgilenmesine koşut olarak toplum ırmağının hangi kıyısında bulunacağına kendi iradesiyle karar verendir.
Şairin biçemi ne kadar etkin olursa olsun salt içgüdüsü ve yetisiyle yazdığı şiir, şiir olmaktan öte onun bir becerisidir. Yani sanattan ziyade zanaattır. Şair, kendinden öncekilerin ne yazdığını ve kendinin, onların bir tekrarı olup olmadığını bilmek zorundadır. Yaşadığı coğrafyanın şiir ırmaklarında kulaç atmadan yazmalara soyunmak, işin başındakiler için tehlikelidir. Halk Şiiri'ni, Divan Şiiri'ni , Garip Akımı'nı, ikinci Yeni'yi incelemeden, öğrenmeden yola çıkanın varacağı durak uçurumdur. Irmağın kaynağına, yatağına, kıyısına dair kafa yormaksızın içinde kulaç atmaya kalkışmak, zamansız boğulmalara neden olur. Birikimlerden yararlandıktan sonradır ki içgüdü ve yeti tamamlayıcı unsurlar olarak şairin kimliğinde yerlerini alırlar.
En önemlisi şiirin, zamanın ve toplumun dışında yazılamayacağı gerçeğidir. Duyguların yarattığı evrenlere biçim veren, derleyip toparlayan akıl, toplumsal olayları göz ardı edemez. Yani şiir, içine doğduğu toplumun dili, kavramları ve imgeleriyle kurulur. Bütüne yakın unsurlarıyla toplumun ve dönemin malıdır. Tam bu noktada, şiirin özgürlüğünden ödün verilmelere başlandığı düşünülebilirse de, şair kimliğinin önemi bir kez daha ortaya çıkar. Kurduğu veya kuracağı yapının mimarındaki 'ustalık' devreye girer; ortaya çıkacak olan ürünün güzel ya da çirkin oluşu bilgi birikimi oranında olacaktır. Sokaktaki adamın anlayabileceğini yazıp söylerken,onun ağzıyla konuşmayacaktır.
Anlamını öğrenmeye uğraştığımız hayat,hiç ara vermeden zengin motiflerle çoğaltıyor kendini.Gözümüzün iliştiği her yerden yaşama sevinci fışkırıyor. Görmek isteyerek bakıldığında kımıltıdaki renklerin dönüşümü şaşkınlığa düşürüyor bizi; dokununca yapraklarını büzüyor, sakınıyor incecik gövdesini bir çiçek. Suları toprak bilip derinlere kök salıyor sarmaşık. Yanılmaz bir mimar gibi peteğini hep altıgen olarak örüyor bal böceği.Aklı kendimize özge bilip bizden olmayanlara yakıştıramıyoruz. Oysa,her canlı kendine özge bilgiyi sonuna dek kullanıyor. Yüzümüzü kalabalığa çevirdiğimizde geri-ileri yapılar çıkıyor karşımıza. Kirli siyasetçiler, sömürgenler insanı kendi haline bırakmış olsalar, ya da insan bütün değerleriyle sömürüldüğünün ayrımına varabilse, yakasına yapışmış olan bu kenelerden kendi elleriyle kurtularak daha özgür düşünecektir. Bu durum tabuların yıkılması, ileriye gidişin de başlangıcı olacaktır.
Sonsuz hayatın ve insan edimlerinin karelerinden yansıyan kımıltıları şiirin okyanusuna düşüren şairin, dünya durdukça anılacak olmasının nedeni, bütünü tanımlama gayretidir. Parça bütünü nasıl tanımlar, demeyin. Bu yola giren şairin açacağı kapıları, neden olacağı devrimleri bir düşünün. Bir bakışla okuyup geçtiğimiz 'izm' lerin oluşum nedenleri, bunları hazırlayan toplumsal şartlar, parça-bütün ilişkisinin sonucudur. Alttan alta konumuzla ilintili olduğuna inandığım bir iki örnek vermek istiyorum; tabandan baskı olmadığı sürece hangi kral ya da diktatör gönül rızasıyla tahtını bırakır?Eskinin batağında çürüyen insana yeniyi göstermedikçe, bu yöne doğru bir yönelişten söz etmek olası mıdır? Mayakovski'nin, Lorca'nın ve Nazım'ın şiirlerinin paslı kapıları açan birer anahtar olmaları bu yüzdendir. ilk ikisinin meydanlarda halka şiir okumaları, Nazım'ın şiirlerinin ise bugün bile elden ele dolaşmasının nedeni parçanın bütünü etkilemesinden başka nedir ki.
Şiir,tarihsel dokusu içinde incelendiğinde,ait olduğu toplumun din,ahlâk,felsefe vb. kavramlarına dair ipuçları verir. Bu yanıyla belki siyasidir ama asla araç değildir. Özü itibariyle yanılgılara açık olan şair onu zedelemediği sürece, doğallığın özsuyundan beslenir. Özgürlük, eşitlik,demokrasi vb. arzuları, şairin kendi değer yargılarının farkına varmasıyla anlam kazanır. Bu olguları bir siyasetçi gibi değil de sanatçı kimliğiyle, yani yüreklerimizin bam teline dokunarak sezdirir. Bundan sonradır ki güzellik – şiir, bir takım odakların zevk aracı olmaktan kurtulup ağırlıklı olarak topluma ait olur ki bu durum ileri hamlelere kendiliğinden bir zemin hazırlar. Değişken ve genişleyen okuyucu kitlesi, dönüşürken dönüştürür de. Katı tutumlar, muhafazakârlık, kuralcılık vb. olgular sahneden yavaş yavaş inerler. Yerini özgürlüğün sınır tanımayan yükselişi alır. Akıl tarafından ele geçirilen hayatın kımıltısı sistemleştirilerek bilgiye dönüştürüldükçe, şiir bilmece olmaktan kurtulur.
Toplumun akla yönelmesinden korkan gücün, eğitimi yap boz tahtasına çevirdiğini izliyoruz uzun yıllardır. Kaosun içine doğanları öğretileri doğrultusunda eğiterek, sistemin sürmesinden yana olanlar canla başla çalışıyor. Aklın sınırları hurafelerle kuşatılıyor. Toplumsal anlaşma nesnesi olan dil, dar alanlara hapsediliyor ve tanrısallığa indirgeniyor. Gönüllü kul durumuna düşen şair tanrının dili sanıyor kendini. Bu yüzden, gözümüze ilişen yığınla şiir kendisiyle birlikte okurunu da parçalıyor. iletisini anlamaya uğraştığımızda karşımıza şu gerçek çıkıyor; 'evren ve içindeki insan kaostur. Ne sürekli genişleyen evrene ne de insanın yaratılarına, uygarlığa güvenilebilir. Bu yüzden anlam parçalarda aranmalıdır. Yaratıcılığın bittiği yerlerde eski biçimlerin taklit edilmesi mübahtır.'
Yaşanılan zaman dilimini anlamsız bulanlar, geçmişin anlamına nasıl güvenip de eskiyenden, yaşanmıştan medet umuyorlar? An'ın anlamsızlığını sorgulamak yerine, farkında olmadan egemen gücün öğretileri doğrultusunda işin kolayına kaçıyorlar. Aklı rafa kaldıranlara bilerek ya da bilmeyerek hizmet ediyorlar.
ister postmodernizm, ister başka bir izm, her ne adına olursa olsun muhayyel, bağçe, lâmehal, bâtın, zâhir vb. günümüzde Arapça, Farsça isim sıfatlarla hayatın ve şiirin berrak sularını bulandırmaya kimselerin hakkı olmasa gerek. Yaşanmış zamanların biçimini bu çağa giydirmeye uğraşmanın, yazılan şiirin önünü tıkayacağı bir gerçekken, bu konuda ısrarcı olmak, umursamaz davranmak, kirli siyasetçilerle aynı kulvarda at koşturmaya benziyor. insana ve doğaya sırtını dönenler,mucizelere(!) bel bağlayanlar kendilerini olduğu kadar toplumu da kirletiyorlar.
Biz şiir kalalım yine. **