ilkokul yılları. bayramlarda zorla evlerine misafirliğe götürüldüğüm, ellerini biraz harçlık almak umuduyla öptüğüm, elime harçlık yerine yanağıma öpüp de bıraktıkları tükürükleri sildiğim dönem.
yine aile meclisi toplanacak, kısırlar, poğaçalar ve peynirli maydanozlu börekler yenecekti. benim gibi çocuklara çay yerine kola ve fanta verilecek, ben ise hep kolayı içecektim. teyzemin düğün kasedini zilyonuncu kez izledikten sonra hâlâ ilk kez izleniyormuş gibi şen kahkahalar atılacaktı.
normalde anneannemin evinde toplanırken bu sefer daha büyük bir ev olan bizim evde toplanıyorduk. şimdi saymakla bitiremeyeceğim kadar çok akrabanın toplandığı bu ev; kuşkusuz ki dağ gibi bulaşıkların da habercisiydi.
annem beni çiçek gibi giydirmiş, tütün kolonyasıyla saçlarımı ortadan ikiye ayırırken; ben sadece misafirlerin geldiği zaman kurulan o büyük sofradan bir dolma kapıyor, o an çalan zilin heyecanıyla annemden kaçıyordum. annem misafirler için son hazırlık olan, hiçbir zaman ne işe yaradığını anlayamadığım kırlentleri düzeltiyordu.
kapıyı ben açtım. ilk gelen teyzemlerdi. eniştem hafifçe kilolu ve al yanaklı bir adamdı. misafirperver bir laf olan ''hoş geldiniz''i bugün ilk kez onlar için kullanmıştım. eniştem ''hoş bulduk'' dercesine saçlarımı okşadı ve içeri geçti.
hemen ardından gelen dayımlardı. dayım, yengem ve rıfat. akrabalar arasındaki en çekirdek aileydi. dayım iyi adamdı ama oğlunu hiç sevmezdim. piç rıfat! elimden az bilye çalmamıştır.
aradan biraz zaman geçip muhabbet iyice koyulaşınca kapının zilini ikinci seferde ancak duyabildik. bu kez gelen dedemlerdi. dedem her geldiğinde bana topitop getirirdi. bu sefer elinde bir kese kağıdı vardı. bir kaç dakikada kese kağıdının içinde ne olabileceğine dair türlü hayaller kurmuştum. ama en fazla içinde fındık olma ihtimalini sevmiştim. belki içinde biraz kuru üzüm vardı. kuru üzüm ve fındık benim için müthiş bir ikiliydi.
hemen elini öpmeye gittim. piç rıfat benden önce davranmıştı yine. dedem sanki beni bi ayrı severdi. hemen ardından ben de elini öpmeye gittim. yanağımı öpünce bıraktığı tükürükleri silemeden kese kağıdını bana uzattı ve ''al bunları rıfat'la beraber ye'' dedi. bu cümle bana bir emir gibi gelmişti. işin içinde yine rıfat vardı. kese kağıdının içinde ne olduğunu anlayamadan yanıma geldi rıfat. ''ne o? hadi yiyelim'' dedi, her zamanki yüzsüz sırıtışıyla.
işte o büyük an. kese kağıdını açtım. içinden çıkan sarı leblebiydi. mahalle düğünlerinde çekirdekle beraber harmalanıp dağıtılan leblebilerden. büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. ama yıllar sonra anladım ki sarı leblebi kuru yemişlerin hasıymış. bir de kuru üzümle beraber enfes bir ikili oluşturuyormuş. tabii ki bu o yıllarda bildiğim bir şey değildi.
leblebileri rıfat'a verdim. hepsini yedi. üzerine soğuk su içti. ataride oynadığımız dövüş oyununda onu art arda yenmemi hazmedemeyip atarinin kolunu kırdı. çok güzel kaza süsü verirdi ama ben almadım. allah belanı versin rıfat!