Galata Köprüsü’nün Haydarpaşa - Kadıköy vapurlarıyla Boğaz vapurlarının kalktığı yönü, istanbul dünyasının renkli bir mostralığı; Haliç vapurlarının kalktığı yönü ise yine aynı dünyanın sanki küfe dibi kalıntısıdır.
Yirmi otuz yıl önce, köprünün Marmara cephesiyle Haliç cephesi arasındaki zıtlık, çok daha keskin bir siyah beyaz görünümündeydi. Saçları yapılmış, keklik adımlı genç kızlar, şık erkeklerin yanında, Kadıköy vapurlarına doğru, deniz kokusunun bastıramadığı bir parfüm titreşiminin lezzetinde yürürlerken; bir ellerinde çelimsiz çocuklarıyla yeldirmeli ve çarşaflı tazeler, fakir giyimli kocalarının yanında zembil, sepet, takke ve beyaz sakal hengamesinin Haliç iskelesine doğru ayrılırlardı.
Halklaşma sürecinde, çarşaf, sepet ve sakal, Kadıköy vapurlarına; losyonla, kravat ve kötü dikilmiş tayyör de, Haliç vapurlarına doğru az bir açılma yaptı. Eski siyah beyaz, ortaklaşa grileşmeye başladılar.
Geçenlerde Haliç'te oturanlarla birkaç avuç turistten başkasının ilgisini pek çekmeyen mütevazı Haliç vapurlarının kalktığı iskeleye doğru yürüdüm.
Arkada kademe kademe yükselen üslupsuz binaların tepelerine oturtulmuş büyük banka reklamlarıyla firma reklamları; sağda burun buruna dizilmiş rengarenk camekanlı motorlar; solda şeftalileri, kayısıları, erikleri, kavunları, karpuzlarıyla bir meyve sergisini andıran manav dükkanları vardı. Sonra tek kapılı resmi bürolar, birkaç da köprü altı lokantası...
Haliç vapurlarının yanaştığı yer, çarpuk çurpuk parmaklıklarla gelip geçenlerden ayrılmıştı. Parmaklıkların üstüne tebeşirle bozuk düzen yazılmış, vapur saatlerini gösteren kara bir tahta asılmıştı. Bazı saatlerin karşısında ise "Tekmil" sözcüğü vardı. "Tekmil" her iskeleye uğrayan vapurları gösteriyor olmalıydı.
Vapurun gelişiyle gidişinde, hem kapıları açıp kapayan, hem de çımacılık yapan, tıraşı uzamış, çarpık omuzlu, kavruk bir memur; yırtık eldivenleriyle yolculara:
- Vapur yolda bozuldu, ne zaman geleceği belli değil, diyordu.
Çarşaflar, yeldirmeler, yeşil takkeler ve beyaz sakallarla; renklerindeki alaca sönüklüğünü saklamayan elbiseler ve birkaç turist, kümelenmeye başlamıştı çarpık parmaklıkların önüne...
Halatları tutmaktan patlamış eski eldivenleriyle, kavruk görevli:
- O kapı çıkanlar için, giriş kapısının önüne, diye bağırıyordu.
Kara tahtadaki tebeşirle yazılmış yordamsız rakamlar 12.15'i gösterdiği halde, saat yarımda bile henüz vapur görünmemişti. Yorulanlar dipteki tahta sıralara oturmuşlardı.
Parmaklıkların dibindeki büfeci kulübesine bilet yerini sordum. Bilet gişesi yoktu. Biletler vapurun içinde satılıyordu. Haliç, sıcak temmuz gününün rutubetli pusluluğu içindeydi; mendil kadar yelkeniyle bir sandal gidiyordu ilerde. Motorlar bol mazot dumanı çıkararak manevra yapıyorlardı. Bir römorkör, çapkın bacasıyla koca bir mavnayı köprünün altına doğru sürüklüyordu.
Kasketliler, şişmanlar, şaşkın ve öfkeli kocakarılar, elleri yağlı işçi çocuklar; sokak arası komşuluğunun, birlikte gitme vaadiyle gruplaşmış orta yaş hanımları, sakızlı kızları, azara doymayan ufak oğullarıyla, sıcağın altında kıpırdanıp duruyorlardı.
Ve karşıda Süleymaniye, kendi saltanatından yirminci yüzyıl sonuna arta kalmış bu fukara kalabalığına, buz gibi kayıtsız bir gururla, tahtından istanbul'u seyrediyordu.
Derken arslan vapur göründü...
Ne kaptan köşkü, ne üst güvertesi olmayan garip bir motor azmanı gibiydi. Kıçındaki bir avuçluk açık sahanlık ve ortasındaki boşluğa birikmiş yolcularıyla daha çok bir deniz müzesi kahramanına benziyordu. Boyundan büyük dumanlar savurarak yaklaştı yaklaştı yaklaştı...
Açılan demir parmaklıklar, verilen iskele, çıkan yolcular...
Sonra çıkanlar için kapanan demir parmaklık ve girenler için açılan kapı.
Girdim vapura...
Uydurma şantiyeyle çöplük, cüce tersaneyle batık mavna ve bol gemi kadavraları içinde can çekişen Haliç'in, pis kokusu; su niteliğini çoktan yitirmiş, yağlı ve zehirli bir sıvı uzantasının doğal bir simgesi halini almıştı.
Kasımpaşa, Fener, Balat, Hasköy, Eyüp...
Haliç iskelelerinin terk edilmiş, camekanlı, ahşap görüntülerinde, Haliç mezbelesine uyan bir zavallılığın buruk acısı var gibiydi.
Kırmızı sülyenle boyanmış çelik gemi gövdeleri; sökülen gemi iskeletleri; ardiyeler, depolar ve pislik, pislik...
Eyüp sırtlarının yüzlerce yıllık mezarlıkları bile bir hayli kelleşmiş görünüyordu.
Kıyıdaki birkaç deniz kahvesinin tavlacıları, tüm dünyaya boş vermenin rahatlığında zar şakırdatıyorlardı. Bir kıyıda partallar içinde bir ihtiyar, çömelmiş uyukluyordu.
Birkaç sandal, bir kıyıdan bir kıyıya kürek çekiyordu.
Her iskelede inen çarşaflılar, sepetliler, takkeliler ve yine binen çarşaflılar, sepetliler, takkeliler...
Dönüşte vapurun kıç sahanlığında bir cümbüş başladı. Sünnet çocuklarını Eyüp'e götürmekten dönen Tophaneli aileler, ellerinde darbukalar, teflerle oynak türküler tutturdular...
Kendi aleminin tornasından neşeli bir sağlamlıkla geçmiş, yüreğinin gücü sadece gözlerinde yansıyan mütevazı giyimli mahalle hanımları:
- Çadırımın üstüne şıp dedi damladı, diye yine darbukada akrobasi yapan parmakların ritminde, el çırpıyorlardı. Sekiz - on yaş kızları, omuzlarını göğüslerini titreterek, güle oynaya göbek atıyorlardı.
Asık suratla tespih çeken kocalarının yanında, cümbüşe katılamayan başörtülüler ise; peş peşe dünyaya getirdikleri belli, boy boy çocuklarının, durmadan ya ellerinden, ya da kollarından çekerek:
- Hişt, doğru dur bakayım, diyorlardı.
Kucakta oturan çocuklar, denize bakmak isteyen çocuklar, oturmaktan canı sıkıldığı için mızıldanan çocuklar...
Ve sonra ellerinde armağan oyuncak tabancalarıyla, başlarında sünnet takkeleri, göğüslerinde ipekten sünnet maşallahları, oğlanlar; başlarına gelecekleri düşünmenin ekşiliğinde, sağa sola nişan alıyorlardı.
- Zühtü de Zühtü Zühtü...
Vapurun sahanlığında, ben de bir ara katıldığımı fark ettim el çırpanlara.
Haitili tipinde genç bir kız; biraz açık, biraz kaçamak boyanmış dudaklarıyla, sahanlığa açılan kapının kıyısına dayanmış dalgın gözlerle eğlenenlere bakıyordu.
Erkekler, kadın dünyasının eğlencesine hiç metelik vermeden, asık surat, devam ediyorlardı tespih çekmeye.
Vapur yeniden köprüye yanaşırken, hanımlar hep bir ağızdan:
- Tophane çok yaşa, diye tempo tutmaya başladılar.
Darbuka, darbukaya katılan tef ve göbek atan veletler...
- Ben sana yandım Zühtü...
Kıkırdamasını gizleyen ve sağa sola kayan çok bilmiş siyah kadın gözleri...
Bir yanda Galata Kulesi, bir yanda Süleymaniye...
Vapurun makine dairesinin dibinden sadece çıplak kollarıyla göğsü görünen sıska ateşçi... Giderken yer bulamadığımı sandığından, bana iskemle getiren efendi biletçi...
Eskiden de arada bir giderdim Haliç'e. Çünkü bilirdim ki Haliç'i yaşamadan, istanbul'u yaşamanın anlamı daima eksik kalacaktır...