liseye başlamışım, daha yeni yeni kamışa su yürüyor. kolej mezunu piliçleri her gördüğümde, aynı anda birkaç tane zıt hissi bir arada yaşıyorum. hazırlık sınıfında vcd ve televizyon olduğu için öğle arasında cd'den popüler insanların getirdiği müzikleri dinliyoruz. acayip gürültülü birşeyler çalıyor. şarkıda birileri g.tünü yırtıyor. ama herkes kafayı hafif sallayıp ritme ayak uyduruyor. bense o zamana kadar kıraç, soner arıca, çelik'ten başka adam dinlememişim. millet bu kadar sevince öğreniyorum kim olduklarını. linkin park'mış. her şarkılarını sevmiyorum ama numb derken, a place for my head derken, faint derken bir bakıyorum, linkinpark dinlemeye başlamışım. telefonunda hafıza kartı olan tipler var, telefondan şarkı falan açıyorlar, acayip imreniyorum. samsung sgh d500, sony ericsson k700i almış bazıları. ağzımın suyu akıyor. düşünsene, telefonda müzik dinleyebiliyorsun. harika.
sonraları millet başka neler dinliyor diye bakıyorum. system of a down diye bir grupla tanışıyorum. hayran oluyorum onlara. her şarkısını ezberliyorum. bu iki gruptan başka bir şey dinlemiyorum ama sorsalar hemen atlarım metal dinliyorum diye. bir gün bu ermeni arkadaşların türkiye'ye olan tavrını öğrenip, o zamana kadar olan en milliyetçi tavrımı sergiliyorum onlara karşı. adlarını duyduğum zaman konuyu değiştiriyorum. nefret ediyorum onlardan. bütün şarkılarını siliyorum. hayatımdan çıkarıyorum resmen, eski sevgili gibi.
böyle radikal bir karardan sonra boşluğa düşüyorum tabii. internete son defa system of a down yazıp benzer grupları arıyorum. en yakın durakta iniyorum: slipknot. birkaç şarkılarını dinliyorum, gayet sert müzik yapıyorlar. o zamanlar ne kadar sert, o kadar iyi düşüncesiyle hareket ettiğimiz için hoşuma gidiyor. hemen arkadaşlarıma da bulaştırıyorum slipknot hastalığını. dört kafadar yatıp kalkıp slipknot dinliyoruz. lise iki onların maskelerini, kıyafetlerini, sahneye sıçmalarını konuşmamızla geçiyor.
lise üç'e geçtiğim yaz, gruptaki (grup derken arkadaş grubu, müzik grubu değil) en yakın arkadaşım, bana bir şarkı dinletiyor biraz. tarzı ne diyorum, tok; kalın bir sesi var, şarkılar çok uzun diyor. o grubun üç şarkısını alıyorum. şarkıların birinin adı the amen corner, birinin adı the funeral portrait, birinin adı ise yok. track 2 diye geçiyor. dinliyorum müzikçalarımda. (söylemeyi unuttum, kulaklık tamir ederek paramla 256megabayt'lık bir minton mp3 player alıyorum lise 1'de.)
diğerleri de iyi hoş ama, bu track 2'ye bayılıyorum. opeth denen grubun en iyi parçası bu heralde diyorum. ama şarkının adını bilmiyorum. şarkıda brutal vokal esnasında seçebildiğim tek kelime disappear. opeth'in şarkı sözleri arasında disappear kelimesini arıyorum. tek bir şarkıda var: deliverance... opeth, anlamsız sert müzikten kurtuluşum oluyor. artık müziğin benim için çok daha fazla anlamı var. sanatın da öyle. hayatımı bu şarkılarla işliyorum. her parçaya sonsuz anlamlar yüklüyorum. şarkılardan esinlenip karamsar şiirler yazıyorum. acı çekiyorum resmen. tutkuyla bağlanıyorum her bir hüzünlü sese. hayatımı değiştiren grup oluyor opeth.
şimdi ne mi dinliyorum? ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. illa merak ediyorsanız (bkz: özel msj)