kalabalık konferans salonunda mesleğinin doruğunda bir avukat
o gün mezun olacak hukuk öğrencilerine hitap etmek üzere
kürsüye
geliyor.
herkes meslekten söz edeceğini zannederken o hayatı
anlatıyor: "-
hepiniz kişisel yaşamınızı bir kenara koyup çok çalışabileceğinizi
kanıtladınız" diyor bilge hukukçu " ... ama unutmayın kiölüm
döşeğindeki birinin
'keşke işime biraz daha zaman ayırabilseydim' dediği
duyulmamıştır. çocuk sahibi olacak kadar şanslıysanızonların göz
açıp kapayana kadar büyüyeceklerini ana babalarınız size
söyleyecektir.
çocuklarımıza hikaye okuma yakalamaca oynama ve birlikte dans etme
fırsatını tanrı ancak belli bir ölçüde bahşeder bize. bunlardan birini
bile kaçırmamaya özen gösterin."
bu öyküyü rob parsons'un "60 dakikalığına baba" adlı kitabında
okudum.birkaç yıl önce parlak bir iş teklifi almıştım. mesleki
kariyerimin
doruk noktası olabilirdi lâkin her gün saat 20.00'de işten
çıkabilecektim.
teklifi duyduğum anda o saatin kızımın banyo saati olduğu
geçti
aklımdan.
hayatta başka hiç bir şeyin beni o banyo seansı kadar mutlu
edemeyeceğini düşündüm ama bunu teklifi yapanlara
söyleyemedim.
bir bahaneyle reddettim. yine de geçen birkaç yıl içinde
saat saat başkalarına dağıttığım zaman hazinesinden kızıma pek az
pay düştü.
yapılacak işlerim yazılacak yazılarım bakılacak telefonlarım
vardı.
onunla bir cam bardağın pamuktan toprağına limon çekirdeği
ekip büyümesini izleyemedim. yeni yeni yarım yarım söylediği
şarkılara eşlik edip bu düeti bir kasete kaydetmeyi çok isterdim;
olmadı... bir cümle ben söyleyip bir cümle ona söyleterek hiç
yoktan
bir masal yaratmayı ve düş güçlerimizi yarıştırmayı
tasarlamıştım;
hazırdan yemek daha kolay geldi.
hayat öyle ters bir denge kurmuş ki onların en çok ilgi
istedikleri
dönem onlarla en az ilgilenebileceğimiz dönem aynı zamanda. bizim
vaktimiz bollaştığında ise onların bize ayıracak vakti kalmıyor.
ben aslında onun için çalışıyorum sıkça sarıldığımız bir
bahanedir
ama ona hiç bir zaman "daha çok parası olan bir baba mı
istersin daha çok seninle olan bir baba mı?" diye sormamışızdır.
sabahları yanağımda ıslak bir buse ve başucumda bir
"günaydın babacığım" sesi ile uyanmanın. "hadi sarılıp yatalım babacığım"
çağrısıyla başlayan gecelerde o sihirli "seni seviyorum"u kulağıma
fısıldadiktan sonra yanaklarımı avuç içlerinin parantezine alıp uykuya
çekilince göz kapaklarına yerleşen huzuru izlemenin tadına vardım.
mavinin neden mavi olduğunu kışın havaların neden soğuduğunu
kuşların nasıl uçtuğunu en baştan öğrenmenin...
rakiplerim sayılan casper'dan power rangers'tan ricky
martin'den
daha ilginç olmaya çalışmanın... ve konuşmaya
başladığından beridir beni takip ederek hatalarımı da sevaplarımı
da aynen tekrarlayan bu sevimli papağana duvara kazılı boy
tablosundaki çizgiler
yükseldikçe yükselen bir tutkuyla bağlanmanın tadını
çıkardım. annesiyle birlikte bezini değiştirmiş mamasını yedirmiş
pişiklerini kremlemiş olmanın; bacakları ilk adımını attığında
elini
tutmanın dilinden ilk sözcük döküldüğünde birlikte coşmanın
heyecanını tattım.
sonunda beklenen gün geldi. belki onun karaladığı bir resim
ilk hediyem olacak. kitaptaki örnekle bisikletinin selesine
arkadan
yapışacağım günler başlıyor şimdi... o selenin emin ellerde
oldugunu
bilmenin güveniyle öğrenecek pedala basmayı. bir süre sonra
farkettirmeden çekeceğim ellerimi... bisiklet artık
yetişemeyeceğim kadar hızlanacak ve o uçup giderken
ben biçare; ardından bakakalacağım.
70 yaşındaki babam geçen gün: "torunumu ilkokula götürene kadar
sıkacağım dişimi." dedi. i̇nsanın boğazını düğümleyecek
kadar hazin
ama gerçek... torunla dede arasında bir tahteravalli gibi uzanıyor yaşam.
birini aşağı çekerken diğerini yükseltiyor. birinden eksilen
öbürüne
ekleniyor adeta.
bütün hüznüne rağmen yine de bir zafer coşkusu var bu devir
teslim
töreninde.
o yüzden bugün babanızı yanınıza kızınızı kucağınıza alıp
freiligraht'ın "devrim" şiirindeki dizesini gururla
haykırabilirsiniz:
"vardım... varım... var...
can dündar.