sözlük dışında yazmaya da meraklı olan uludağ sözlük yazarlarının, başlarından geçen veya kurguladıkları ve kendileri kaleme aldıkları hikayelerini paylaştıkları yer olmaya adaydır.
Açılışı bir örnekle yapayım: (hikaye biraz uzun ama değeceğini düşünüyorum) swh
HAKi HIRKA
ayaklarım sanki beynimden bağımsız hareket etmekteydi. en zayıf yavrusunu boğan kara mamba yılanı gibi, en gereksiz düşünce yığınından vazgeçip rahatlamak istiyordu beynim artık...ancak, bu kararı vermek için bile yeterli senkronizasyonu sağlayamamışlardı kendi varlığından habersiz kalbimle... ve gözlerim kapının yaklaştığını bana haber verdiler. durdum... kapının, o olduğuna emin gibiydim..kapının gövdesi, sanki 10 yıl önce gördüğümden bu yana boya kokusuna bile mahrum bırakılmıştı. sökülmüş ahşap parçalarının, sözleşmişcesine, her 5 santimde bir diziliyor oluşu, kapıya adeta ürkütücü bir giyotin havası katmıştı. ama, eşikler tozlu değildi, belli sıkça kullanılmaktaydı bu oda. kapı tam kapanmamıştı. i̇çeriden süzülen cılız, yeşil ışık tam da mezarlıkları hatırlatmışken, kapı kolu, kapıyı açmak için kolumu uzattığımda, "ne kadar yaşlanmışsın ihtiyar" dercesine bana el sallayan görüntümü göstererek benimle oyun oynadı adeta...sahi, bu kapı kolu da neyin nesiydi; alabildiğine parlak, son derece kaliteli gözüküyordu... sonradan tamir gördüğü belliydi, ama bu denli sırıtıyor olması kapının tüm görkemini yok etmişti...
ellerim, hayatında ilk kez cinayet işleyecek bir aslan yavrusunun ürkekliğiyle titriyordu. kapıyı açtığımda, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. öğrenme şansım vardı, ama ben öğrenme yerine yaşamayı seçtim. bu belki, gerçeklerle tek başıma yüzleşecek kadar cesur olduğum içindi... belki de korkağın tekiydim, kötü haberi almaktan korktum, mümkün olduğunca erteledim... sanki bir yere kaçabilecekmişim gibi. al işte, yine kaderin ellerindesin, senin elindeki tek şey içerisinden nasıl bir haberin çıkacağını bilmediğin odanın kapı kolu...
kapı açıldığında, gözüm "camsız pencere"ye ilişti... ama artık camsız değildi. üstelik önünde, 10 tane ufak saksı vardı. saksıların içi boştu; sanki bir yazar kağıdı kalemi hazırlamış, ama yazmaya bir türlü başlayamamış gibi; birisi saksılara çiçek ekmekten vazgeçmişti. buraya en son geldiğimde, sevmediği misafirin kucağına işeyen bir bebek gibi pis yağını üstüme döken, onu tutan borulardan bir tanesi kopmuş, fırtınalı bir son bahar akşamında düşmemek için inatla ağacın dalına sarılan yaprağın tükenmişliğiyle sallanıp duran kalorifer de artık yoktu. evet, burada birçok şey değişmişti... bu, iyiye işaret miydi peki?
bir an, bir ürperme geldi... gözlerimi sola çevirdiğimde, yatağın eskisi gibi, aynı yerinde durduğunu görebiliyordum. belki, aynı yatak değildi, ama üstünde, "ben buranın en kıdemlisiyim." havası vardı. öyle ki, yatağın kenarına bağlı serum şişesi ve komidin "acaba bir şey söyleyecek mi" diye ağzının içine bakıyorlardı. yatak boştu, tertemizdi, uzun süredir kullanılmamış gibiydi.. belli ki bu odada artık kimse kalmıyordu. demek ki o artık yoktu... görmeyi istediğim şey bu değildi, belki de kendimi bununla yüzleşmeye hazırlayabilecek kadar olgunlaşamamıştım... artık, bedenim özgürlüğünü ilan etmişti, beynim ne yaptığımı sadece fark edebiliyor, ama kontrol edemiyordu... bacak kaslarım, rüyamda her yüksekten düşüşümde yaptıkları gibi beni yarı yolda bırakmışlardı. dizlerimin üstünde olduğumu fark ettim, ancak kısa sürmedi dizlerimin de bana ihanet etmesi... zar zor kafamı kaldırdığımda, siyah bir tekerlekli sandalye gördüm. tekerleklerinden biri, sanki evin yaramaz çocuğu, diğerki de onu dizginlemeye çalışan ağabeyi gibiydi. bir tanesi sürekli yalpalanıp yanlış yöne dönüyor, ama diğeri kardeşini doğru yola sokmaktan asla vazgeçmiyordu. aniden durdu...
üzerinde, 80 li yaşlarında bir kadın oturuyordu. gülümsemesi, hayata ve yaşına meydan okurcasına diri ve gençti. dişlerinin olmayışı, onu bir canavar değil, tam tersine sevimli bir yunus balığı gibi göstermişti. yüzünde yer yer döküntüler vardı, kırçıllı bir kediyi andırıyordu adeta... ama, pek de aldırış ettiği söylenemezdi.. saçlarının bir kısmı dökülmüş, diğer kısmı ise hani o kalorifer gibi inatla yaşamaya çalışıyorlardı. yer yer gri, yer yer sarı olan bu saçları o kadar yağlı ve o kadar birbirine geçmişti ki; insan kafasında görmeyen biri bunu heralde kötü dikilmiş bir kazağa daha çok benzetirdi. kadının gözlerinden biri hiç hareket etmiyordu. diğerinden hayat akıyor oluşu, dünyanın ne kadar tezatlar üstüne kurulduğunu kanıtlar nitelikteydi. i̇ki bacağı da yoktu, ama o hepimizden hızlı koşmaktaydı sanki... üzerindeki haki rengindeki hırka, yerini öylesine sahiplenmişe benziyordu ki, ilk bakışta yıllardır kullanıldığı anlaşılmaktaydı... dirsek uçlarındaki yırtıklar, cep altlarındaki lekeler, sökükler... bu kadınla bu hırkanın, beraber çok şey yaşadıkları belliydi; aralarında anlatılamaz bir bağ oluşmuştu. kadının bir eli tekerleğin direksiyonundaydı... diğer elinde, cam bir bardak vardı. i̇çindeki sarı renk sıvının bir ilaç olduğunu tahmin etmek zor değildi.
bu kadın benim annemdi. 10 yıl önce, doktorlar yaşamalarına çok az şans vermişlerdi, dayanamaz demişlerdi... ben onunla beraber acı çekmeyi göze alamamış, kaçmıştım... onu ölürken görmek istememiştim... yokluğuna alışmaya, onu unutmaya çalışmıştım. ama, son günlerde; her uyanışımda göğsümdeki yumru daha da büyümeye başlamıştı. bunda, her rüyamda annem ile geçirdiğim son günü hatırlamamın etkisi tartışılmazdı elbette.. tüy yumaklarını kusan kediler gibi, kusmak istedim o yumryu; ama onu olduğu yerden çıkarmaya gücüm yetmedi. nedenini anlamaya çalıştım bu rüyaların, ondan buradayım bu gün... yaşıyor olacağına hiç ihtimal vermiyordum, ama buraya gelip gerçeği öğrenmekten hep korktum, hep erteledim... bir yerlerde yaşıyor olduğuna kendimi inandırmak daha kolay ve daha az acı verici geldi belki de... ama, tüm bunlar gereksizdi, o yaşıyordu işte tam karşımdaydı.. bir bakışı, tüm o topaklanmış acı zerreciklerini yok etmeye yetti...
beni gördüğünde, bir an şaşırdı... elindeki bardak yere düştü... ama, kırılmadı, sapasağlam bir şekilde yerde yuvarlanıyordu. annemin bana sitem dolu bir bakış atmasını bekliyordum. oysa ondan aldığım bakış öylesine sevgi dolu, öylesine gurur duyan bir bakıştı ki; sanki yere düşen bardak gibi, "ben sana hiç kırgın değilim." diyordu.. sanki son on sene yaşanmamıştı, ben dün onu hastaneye bırakmışım, bu gün de dayanamış yeniden ziyaretine gelmişim gibi memnuniyetle gülümsüyordu... "çok yaşlanmışsın ayhanım" kelimeleri döküldü, o ufalmış, yumrulaşmış ağzından. bense, bir yandan annemin yaşıyor olduğunu son bir kez görmenin tarifsiz mutluluğu, bir yandan da yıllardır onu görmeye gelmeyişimin ve onun bunu insanüstü bir olgunlukla kabul edişinin utancı içerisindeydim... ama ben onu öldü sanıyodum, öyle inandırdım kendimi, acı çekmemek için, kendimi korumak için.. kemik yaşım 55 olabilir belki ama, 5 yaşındaki çocuk kadar yüreksizim ben...
"fahriye hanımın odasında kalorifer tadilatı var" dedi hemşirenin biri... bu yüzden bizi annemin geçici olarak kaldığı odaya götürmek istedi, ama annem bu günlük kendi odasına gitmek istedi.. bana saksılarını gösterdi. hastanede kaldığı her sene için yeni bir saksı almış ve içine tohumlar atmış... eğer ben gelirsem sulayacakmış, ama ben gelmediğim için tohumlar susuz kalmış. sonra kendini, o tohumlara benzetti. "tohumun hayatı suyu beklemekle geçer, evlat dedi... kendisini çimlendirecek su gelinceye kadar, o bütün zorluklara direnir, suya kavuşabilmek için inatla savaşır. sonra su gelir, tohum çimlenir.. tohum artık gitmiştir, yerine yetişkin bir bitki gelmiştir... bu dünya bizler için bir sınav, bir hazırlık yeri. asıl yaşam öbür tarafta. ben de aynı o tohum gibi, suya kavuştuğum zaman asıl hayatıma geçmeyi bekledim, direndim, mücadele ettim ve kazandım.. tohum için su neyse, benim için de sen osun oğlum, ayhanım... şimdi sen buraya geldin ya, artık gönül rahatlığıyla yolculuğuma devam edebilirim. hiçbirşey beni, seni görmek kadar mutlu edemezdi oğlum..."
hastalıktan minnacık hale gelmiş bedenine sarıldım... göğsüne kafamı yasladım... fiziksel olarak kaburga kemiğinden ve onlardan ayrılmaya hazır deriden oluşuyordu belki, belki biraz da hırıltılıydı; ama annenin göğsünde ağlamak bunlarla bağdaştırılabilir bir olgu değildi; çok daha başkaydı. her ne kadar ufacık bile gözükse, yasladığın zaman sana güç veriyor ana yüreği, başın sıkıştığında sorgusuz sualsiz yardım elini uzatıyor, sana tutunacak dal oluyor... gözyaşlarım dinmek istemiyorlardı, annemin haki hırkasının üzerinde yeni bir leke oluşturmaya pek hevesli gibiydiler... bir anda hırıltı kesildi... med-cezir misali çalışan o ufak kas hareketi de artık duyulmyordu. bunun ne demek olduğunu biliyor gibiydim... ama kafamı kaldırıp emin olmak istemedim. o bana hala o "tohum" hikayesini anlatıyordu ve ben hala onu dinlerken göğsünde ağlıyordum... hatırlamak istediğim buydu, ve olabildiğince uzun yaşamaya çalıştım...
şimdi o haki hırkasını hala yatağımın başucunda tutarım, canım sıkkınken onu koklarım, korktuğumda ona sarılır uyurum... sanki o hırkaya dokunduğumda, kaçırdığım o on yılı yaşar gibi olurum.. bazen, karşıma geçip, bana annemle neler yaşadıklarını anlattığını hayal ederim... yaşımdan dolayı çok şey yaşamış görünebilirm, ama ben hala o kaybolan on yılın peşindeyim