profesyonel olarak irdelenmesi gereken, hayat kokan, hüzün nakliyesi yapan, melankolik ezgiler tıngırdatan bir konudur. rengarenk, şapşal kıyafetler, gamsız kedersiz bir duruş, suratta sürekli beşlik simit formatında bir gülüş...bunlar tipk bir palyaço portresinin parçalarıdır aslında.
gariptir zira bu kadar eğlenceli bir işi olan, misyonu sadece salaklıklarıyla güldürmek olan bir insan evladının, o renklerin arkasın da ağlaması. hani gökkuşağının bittiği yerde bulunduğu söylenen bir küp altının sağnak bir yağmurun ardından çıkması gibi.
palyaçonun esas malzemesi de hüzündür aslında, palyoça da ağlar, o da sever, sevilir, terk edilir, örselenir...ama sağnak yağmurunu kapı eşiğine bırakıp alır eline bir küp altını, giyer üzerine gökkuşağını ve çıkar altından kahkalar toplamaya.
ne kadar acıdır aslında, ağladıktan sonra gülmek, güldürmek...bu sadece profesyonellere özgü bir davranıştır. hangimiz salya sümük kahrolduktan sonra çıkıp şebeklik yapabiliriz ki ? hangimiz o kadar yürekliyiz ?...
babasının ölüm haberini sahnede gazeteden oyunu sırasında okuyan ve buna rağmen perde kapanana kadar ayakta kalabilen bir tiyatro oyuncusu gibi kaçımız ayakta kalabiliriz ?
palyaço göründüğü gibi küpe batmış surattan, kocaman bir burundan ve ucu doldurulmuş 70 numara ayakkabı giymekten ibaret değildir, palyaço yaşamın en içten karesidir, orospuyu gösteren her ne kadar boyasıysa, tam tersine palyaçoyu da gizleyen boyasıdır...işte hayat böyle bir gariplikler silsilesidir...
ve yine aynı hayat, bir sahnedir ve hepimiz o sanhenin içinde birer palyaçoyuz işte...kimimiz sürekli ağlar boyası akar, kimimiz fırtınasını içinde koparır, yüzünde güller açar...