Konuşan Türkiyenin kısacık bir zamanda, ağzı olan konuştuğu için, Labarba yapan Türkiyeye dönüşmüş olmasının ilacı belki de suskunları anlayabilmek, susmayı öğrenebilmektir. Evde, okulda, vapurda, sokakta, tiyatroda, bağıra bağıra ve sanki dünyanın en müreffeh ülkesinin imtiyazlı vatandaşlarıymışız gibi kahkahalarla konuşmamızın altında yatan o toplumsal hastalığı teşhis ve tedavi etmek zorundayız. Akıl sağlığımız biz söz sıkarak zamanı öldürmekle meşgulken ellerimizin arasından kayıp gidiyor oysa. 3. sayfaların cinnet ve cinayet haberleriyle doğru orantılı bir gürültü toplumu oluyoruz. Susan Türkiye istediğimden değil elbet, boş konuşan Türkiyeden yorulduğumdan
Suskunluğu tercih etmiş, hiçbir yere bağlı olmayan, gittiği her yerde hep misafir, hep sürgün olan birinin en kolay yaptığı şeydir resim çekmek. Fotoğraf makinesiyle değil zihniyle çeker resimlerini. Dilini, kültürünü bilmediği sokaklarda gezerken sesleri, sözleri değil resimleri toplar cebine. Konuşarak tüketmez içindekileri. Egolarını, hırslarını, korkularını da ehlileştirmiştir o, bu sayede mümkündür susabilmek.
20 Aralık 1960ta Güney Kore;de bir taşra köyünde dünyaya gelen Kim Ki-Duk işte bu susan ama biriktiren insanlardan oldu. Çocukluğunun oldukça haşarı geçtiği biliniyor. Dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Seule taşınmış olmasıyla büyük şehir kavramıyla tanışmış oldu. Ailesinin ekonomik olarak güçsüz olması sebebiyle kısa sürede meslek sahibi olması gereken Kim Ki-Duk büyük şehirde tarım eğitimi verilen bir okula gönderildi fakat onu bu okula yönlendiren ekonomik sorunlar büyüyerek devam ettiği için okulu tamamlayamayarak ayrıldı.
Ardından bir fabrikaya işçi olarak giren Kim Ki-Duk 20 yaşına kadar bu fabrikada çalıştı. Çalışma hayatı boyunca kendi geldiği sınıfa, içinde bulunduğu şehre ve iş arkadaşlarına dair ne varsa biriktirdi. 20 yaşında Deniz Kuvvetlerine katılarak fabrika ortamından çok daha başka bir ortamı solumaya başladı. Kolayca uyum sağladığı askerlik beş yıl sürdü. Ülkenin her yerinden ve birbirinden farklı kültür ve sınıflardan gelen askerlerin oluşturduğu orduda beş yıl çavuş olarak görev yaparken tüm bu insanları ve ilişkileri de kaydetti zihnine.
Nihayet Fransaya gidecek bir uçağın biletini karşılayabilecek kadar para biriktirdikten sonra hep hayalini kurduğu sanat eğitimini alabilmek için Fransaya uçtu.
Burada üç yıl boyunca sokak ressamlığı yaparak geçimini de sağlayan Kim Ki-Duk ani bir kararla ülkesine dönerek senaryo yazmaya başladı ve iki senaryosu birden bir yarışmada ödül alınca doğru karar verdiğini anlamış oldu. Ve filmler birbirini izlemeye başladı. Ancak hiçbir şekilde sinema eğitimi almamış, hiçbir sette reji asistanlığından başlayarak yavaş yavaş yükselmemiş olan bu genç yönetmenin kendini kabul ettirmesi de tam da bu sebeplerden ötürü oldukça zor olacaktı.Ancak kabul edilmesini güçleştiren bu özellikleri onu meslektaşlarından ayıran özellikleri de oldu kısa sürede. Tamamen kendine has bir anlatı üslubu olan Kim Ki-Duk; sinema macerasına kendi yaşamından ve deneyimlerinden beslenerek 1996 yılında kağıda döktüğü Crocodile ile başladı.Kendi renkli hayatından beslenerek yazıp yönettiği ikinci senaryo ;Wild Animals da yine kendisi gibi Koreli bir asker ve Pariste başarısız bir ressam arasındaki dostluğu kaleme aldı.Üçüncü filmi Birdcage Inn de ise; cinselliğin, birbirini tanımayan iki insanın anlaşma çabasında önemli bir yapı taşı olarak öne çıkartılması ve renkli sinemasal atmosferi ile gözlerin kendisine çevrilmesini sağladı.
Kim Ki-Duk anlaşılmayı değilse de yeteneğini kabul ettirebilmeyi büyük ölçü de dördüncü filmi olan The Isle ile başardı.
Pek çok filminde görülecek olan nesnelerin metaforlaşması en belirgin haliyle bir olta olarak çıktı bu filmde seyircinin karşısına.
Aynı zamanda hayattaki ve insan ilişkilerindeki karşıtlığı hikayelerinin merkezine başarıyla yerleştiren bu genç yönetmen The Isle ile kadın erkek ilişkilerindeki farkına varılmayacak seviyelerde bile olsa hep var olan sadomazoşist yöne çevirdi kadrajını. Sevgi ve nefretin, efendi ve köle ilişkisinin, kaçmanın ve kovalamanın başarılı bir resmini çizdi. Bu başarısı filmin Venedik Film festivalinde gösterilmesiyle ödüllendirilirken, Kore sinemasının 60lı yıllarını var eden önemli yönetmenlerden Yoo Hyun- Mok ona yeni bir isim kazandırdı imgelerle konuşan yönetmen.
Düş ile gerçeğin iç içe geçtiği ''Real Fiction'' da metafor bir el kamerası olurken baş karakter Na üzerinden hantallaşmış, yozlaşmış toplumun, güçsüz bireyi nasıl ezdiğine tanık oluruz. Toplumun birey üzerinde yoğunlaştırdığı şiddet sonunda bireyi de şiddet ile cevap vermeye zorlar.Bu filmde de başkarakterin başarısız bir ressam oluşu başta olmak üzere pek çok yönelişinden yönetmenin hayatından çok ciddi bir beslenmeyle oluşturulduğunu görmek mümkündür. Belki de Kim Ki-Duk oldukça zor geçen hayatında alamadığı tüm intikamları Naya aldırarak aynı zamanda ruhunu da arındırma yolunu seçmiştir.
2001 yılında çektiği ''Address Unknown'' zaten anlaşılması biraz güç olan yönetmenin Korede sevilmemesine de katkı sağladı.
Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD Emperyalizmi Vietnam, Irak, Afganistan, Somali vs ülkelere olduğu gibi Koreye de asker göndermişti ve film bu askerlerin yerleştiği bir Güney Kore kasabasında geçer. Bir Amerikan askerinden olan çocuğu ile yaşamak zorunda kalan bir kadın ve o askere yolladığı ama asla adresine ulaşmayan mektupların merkezde durduğu hikayede; bu kez bir köpek kasabının yanında çalışan ve bir ABD askerinden olduğu için horlanan çocuğun üzerinden eleştirir kendi toplumunun hoyratlığını.
Birilerini ötekileştirmenin aslında kendimizi başkalaştırmak ve başkalarına öteki kılmak olduğunu gören Kim Ki-Duk bunu oldukça cesur işler filmlerinde. Kuzey ve Güney diye ikiye bölünmüş acılı topraklarda tıpkı melez çocuğun annesi gibi Koreli bir genç kız da, yaşadığı hayattan kurtulmak için ABDli bir askere sunar bedenini. Filmdeki askerler ise bu gün Irakta, dün Vietnamda olan askerlerin pek çoğu gibi, neden orada olduğunu gerçek manasıyla bilemeyen, yabancı topraklarda emir ve paranoya ile ayakta kalmaya çalışan gencecik çocuklardır. Kore hükümetinin kendi askerlerine olan tavrının da özellikle seçilmiş iki yan hikâyeyle masaya yatırılması Kim Ki-Duk&un sinema anlayışının sadece güzel resimlerden ya da hayatın ve ilişkilerin soyut bir entelektüel eleştirisinden ibaret olmadığını da ispatlar. Kim Ki_Duk sineması son derece politiktir de.
Pek çok insanı rahatsız eden bu filmi 2001 yılındaki Bad Guy izler.
Bad Guy yine çarpıcı yaklaşımıyla özellikle The isle gibi feministlerin ağır eleştirilerine maruz kalır. Oysa film yine özenle kurgulanmış kişileri ve hikâyesiyle aşkı tüm çıplaklığıyla mikroskop altına alır. Asıl sorun filmde değil, seyircinin toplumun en alt seviyesinden bir Pezevenk olan adam ile bir burjuva kızının aşkından ne beklediğindedir. Hollywood başta olmak üzere tüm sinema endüstrisi tarafından temiz, tiril tiril, aşklara inandırılmış seyircidedir sakatlık. Benzer bir konuyla Pretty Woman filmini hatırlamakta yarar var. Julia Robertsta sever zengin ve yakışıklı Richard Gerei. Ama aşk ancak kadın fahişeliği bırakıp, Richard sayesinde sınıf atlarsa mümkündür. O pis hayattan kurtuluşla... Peki bir Pezevenk, pezevenk olmaya devam ederek nasıl sevecektir? Aradaki o sınıfsal ve kültürel uçurum nasıl aşılacaktır? Sert bir Cevap veriyor Kim Ki-Duk ve bu sert cevaba, aşkı kül kedisi masalları gibi zanneden seyirci hala hazır olmayabilir.