devrimden sonra

entry130 galeri video1
    66.
  1. yenişafak gazetesinden sinema yazarı ali murat güven'ın hakkını teslim ettiği film. şöyle bir yazı kaleme almış bu yazar:
    Çeyrek yüzyıldır dâvâsının peşinde kararlılıkla koşan inanmış bir "islâmcı" olarak (Her ne kadar değerli dostum Salih Tuna, islâm'ın içinde "islâmcılık" diye bir tâbir olmadığını ve bu gibi sıfatların oryantalizmden ithal olduğunu savunsa da vallahi böyle bir tâbir var, billahi var!) senaristliğini ve yönetmenliğini Mustafa Kenan Aybastı'nın üstlendiği "Devrim'den Sonra"ya hayatımdan cömertçe kopartıp armağan ettiğim o iki saat boyunca, filmin anlattığı devrim hikâyesinin bir tek sahnesinde bile öfkeye kapılmadığımın peşinen bilinmesini isterim. Aksine, büyük bir keyifle; daha da önemlisi yüksek takdir duygularıyla izledim bu "Marksist" filmi...

    Böyle bir çalışmayı ortaya koyabilmek için hiç bir ücret almaksızın bir araya gelen (önemli bir bölümü de düpedüz "yıldız" mertebesindeki) onca oyuncunun sergilediği muhteşem ideolojik dayanışmayı görünce, Nazım Hikmet Kültür Merkezi ve Devrim'den Sonra Film Kolektifi'nin bu alçakgönüllü yapıtı gerçekleştirebilmek için ufak tefek ayrılık gayrılıkları rahatça bir kenara bırakıp nasıl da profesyonelce işbirliği yaptıklarını öğrenince, takdir duygularımın yerini giderek hayranlığa bıraktığını dahi söyleyebilirim.

    Sinema salonundan çıktığımda, ilginç bir biçimde, kafamın içinde filmden ayrıntılar değil de daha ziyade geçen yaz Cine 5'de hazırlayıp sunduğum, gayet başarılı bir istikbâl vaad etmesine rağmen topu topu 8 bölümün sonunda pes edip bıraktığım (neden pes ettiğimi de pek yakında ayrıntılarıyla anlatacağım sizlere) "Sinema Meclisi" programının çekimleri sırasında yaşadığım bir olayın hatırası dolanıp durmaktaydı.

    Başarılı olup tutulması için üç ay boyunca, tüm maddî ve manevî varlığımla yapımına asıldığım o programın -sanırım- ikinci bölümünün hemen öncesiydi ve ben de "Türk Sineması'nda din ve dindarlık algısı" başlıklı hassas bir konuya odaklanarak, ekranlarda şimdiye kadar hiç tartışıl(a)mamış bir meseleyi canlı yayında üç saat boyunca masaya yatırmayı planlıyordum. Bu amaçla, 2000'li yıllardan sonra çekilen pek çok dizi ve filmde oyuncu, senarist ve yapımcı olarak katkıları bulunan "milliyetçi-muhafazakar" bir ağabeyimizin peşine düşecektim. Oyunculuk çalışmalarının yanı sıra bir de kültür merkezi işleten bu ağabey, tartışacağımız konu başlığında "söyleyecek çok sözü birikmiş bir konuk" sıfatıyla o bölümde mutlaka bulunmalıydı. Heyhat, cep telefonuna ulaşamıyordum söz konusu sanatçının. O yüzden de yönettiği kültür merkezini bir kaç gün boyunca ısrarla, tekrar tekrar aradım. Her seferinde karşıma çıkıp duran birbirinden farklı genç çocuklara meramımı sabırla anlatıyor, "Üstad bana lütfen geri dönsün, yapacağımız bu bölüm çok önemli, onu mutlaka konuk etmek istiyorum" diyerek notlar bırakıyordum.

    Sonuç olarak, iki-üç gün süren o boğuşmanın sonucunda Üstad bana hiç geri dönmedi. En sonunda çıraklarından birinden zor bela alabildiğim cevap ise şuydu:

    "Mesajınızı kendisine ilettik. Fakat hocamız çok meşgûl, programınıza katılamayacakmış."

    Bu adam, benim son yıllarda yazdığım pek çok film eleştirisinde performansını yere göğe sığdıramadığım, kardeşçe duygularla sevip saydığım bir aktördü.

    Sanırım, "Devrim'den Sonra"da Aytaç Arman'dan Cezmi Baskın'a, Şerif Sezer'den Suna Selen'e kadar onca şöhretli sanatçıyı ("benim rolüm büyük, benimki küçük" demeden) tam bir komplekssizlik hâli içinde "ortak bir dâvâ"nın çevresinde kenetlenmiş olarak görmem nedeniyle hatırlayıvermiştim bu olayı...

    Pekiyi, bizler böylesine görkemli bir buluşmayı, sinema ya da televizyon için çekilecek herhangi bir "Beyaz Sinema" örneğinde sağlayabilir miydik? Hiç sanmam, çünkü "malımı" oldukça iyi tanıyorum.

    Ayrıca, böyle bir karamsarlığı destekleyecek başka doneler de var heybembe... Hayatımın en zor organizasyonlarından biri olan, geçen yılın ekim ayında düzenlediğim "Beyaz Sinema'nın 40 Yılı Festivali"nde böylesi idealistçe buluşmalar söz konusu olduğunda neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu açık seçik görmüş biriyim sözgelimi... Bizler, yani an itibarıyla "Türkiye'nin yöneticileri" konumundaki muhafazakârlar, kendi mahallemizden yönetmenleri bir araya getirsek oyuncularımızı, ezkaza oyuncularımızı bir araya getirmeyi başarsak bu kez de izleyicilerimizi toparlaması mümkün olmayan, kültür ve sanat alanında tek kelimeyle acınası durumda bir "kalabalığız". Evet, "câmiâ" değil, yalnızca iri bir "kalabalık"...

    O festivalde çok güvendiğim, kendilerine yıllar yılı gönlümü sunduğum bir gençlik kitlesinin beni orta yerde sap gibi bırakışını hatırladığımda bugün bile nasıl ki burnumdan soluyorsam, şunu çok iyi biliyorum ki islâmî kesim asla böyle bir film yapamaz. Bizler, daha ekip minibüslerinin içinde sete giderken çıkacak "tarikat kavgaları"yla birbirimize küser, yarı yoldan gerisin geriye döneriz!

    Delikanlı adamlar, yeri geldiğinde, bükemedikleri bileği sıkmasını da bilmelidirler. Ben de yüzde 70'i milliyetçi ve muhafazakâr, bu yüzde 70'in yaklaşık yarısı da radikal düzeyde milliyetçi-muhafazakâr olan bir ülkede, Marksizm'in hiç bir toplumsal tabanı yokken, üstüne üstlük ülkeyi de tamı tamına 9 yıldır muhafazakâr bir iktidar yönetiyor iken, "dâvâ"larına bu denli kararlılıkla sahip çıkan, onu düşmanlarından gözlerinin bebeği gibi sakınan, sanki Anadolu topraklarında marjinal bir unsur değil de toplumun başat bir tercihiymiş gibi yüksek bir özgüven içinde hiç istiflerini bozmadan emin adımlarla ilerleyen bu Marksist arkadaşları içtenlikle tebrik ediyorum.

    Filme, teknik-estetik yetkinliği ve anlatım kalitesi itibarıyla 4 üzerinden 2,5 yıldız verdim; çünkü Marksistler'in çektikleri pek çok film, sahneye koydukları pek çok tiyatro oyunu gibi bu yapıt da sık sık didaktik bir anlatımın pençesine düşüyordu. O yüzden, ortaya konulan çalışma, bana göre sanat değeri açısından -aynen emperyalist keferelerin dediği gibi "so-so", yani "Eh işte, idare eder" kıvamında... Fakat, bu filmi onca ekonomik sıkıntı içinde gözümüzün içine baka baka çekip dağıtıma veren ve böyle bir iktidarın döneminde de bangır bangır oynatan iradeye elbette ki 4 üzerinden 4 yıldız veriyorum. Vermezsem vicdanım rahat etmez çünkü...

    Doğrudur, Marksistler "vicdan" gibi metafizik kavramlara inanmazlar; fakat ben inanırım. Son 10 yılda 10 tane "Beyaz Sinema" örneği izleyemediğimiz, "Hür Adam" gibi bütünüyle bireysel çabalar ve özverilerin ürünü olan bir filme de resmen kan kusarak ancak 1,5 milyon izleyici çekmeyi başarabildiğimiz bir tarihsel dönemeçte, kedi kuvvetine sahip iken kaplan gibi davranmasını çok iyi bilen adam ve kadınların yürekliliğini öyle bir çırpıda es geçemem.

    Ne demişler, yemeyenin malını yerler! Biz kültür-sanat arenasında var olma oyununu başaramadık; başarabilenlere de bu saatten sonra hiç bozulmamak lâzım...
    5 ...