babel

entry123 galeri
    30.
  1. Amores Perros ve 21 Grams gibi başarılı filmleri de yöneten Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez inarritu'ya Cannes Film Festivali'nde 'En iyi Yönetmen' ödülü kazandıran 2006 yapımı 'Babil' dünyanın dört bir yanına dağıtılmış bu insanların, son yıllarda adına "küreselleşme" denilen ortak değerler içinde yaşayışlarını izleyiciye anlatma çabasındadır.
    Aslında birbirleriyle hiç de alakası yokmuş gibi duran üç farklı kıtadaki(Asya, Afrika, Amerika) insanlar, görünüşte 'Amerikalı' bir kadını boynundan yaralayan bir tüfekle; daha derin manada ise, aynı iletişimsizlik ve anlayışsızlık çerçevesinde yer almalarıyla birleştiriliyorlar. Oysa kutsal kitapta yazılmış şu sözü Babil efsanesiyle temellendirdiğimizde durum şöyle özetlenebilir: "Tanrı değil bizi birbirimizden ayıran; kendi anlayışsızlığımız, duyarsızlığımız, sevgisizliğimiz..." Zaten filmin afişinde ve fragmanında da bize reçete sunulmuştur: "If you want to be Understood... Listen" yani, "eğer anlamak istiyorsanız dinlemelisiniz."
    filmin yönetmenin inarritu bu filmle ilgili olarak "önyargı dolu bir dünyada, önyargısız bir film yapmak istedim", der. Filme baktığımız zaman oryantalist bakış açısının 11 Eylül sonrası birleştiği 'islamofobi'ye rağmen, toplumsal eleştirilerini her millete yöneltmiş olması dolayısıyla klasik Amerikan filmlerine nazaran 'oldukça' önyargısız bir film olduğunu söylemek mümkündür.
    inarritu'nun üçlemesinin 3. filmi Babel'de kesişen üç farklı hayat benzer yönlerden karşılaştırılmıştır. Filmde çeşitli izleklerle yapılan bu takip ile izleyiciye dünyada aslında biz bize olunduğu, tüm karmaşıklığına rağmen dünyanın "küresel bir köy"den başka bir şey olmadığı hissettirilmiştir.
    Film, Fas'da yaşayan çoban ailenin bin dirhemlik bir tüfeği beş yüz dirhem ve bir keçiye almasıyla başlar. Sattığı silah ileride başına bela olacak adam, "bu tüfekle oğulların bir sürü çakal öldürecek" derken vurulacak 'çakal'ın 'Amerikalı' bir kadın olacağını elbette tahmin edemezdi. izleyici, daha filmin başında Babil'in sarı, çıplak dağlarında yankılanan tüfek sesleriyle irkilir. Aldıkları tüfekle kendi sonlarını hazırlayan Faslı ailenin dramı bireysel silahsızlanmanın önemine işaret emektedir. Kurşunu bir silaha değil, tüm ülkeye mal eden Amerikan yetkilileri, daha olayla ilgili araştırma bile yapılmadan olayı terörist saldırı olarak nitelendirmişlerdir. Ahmet ve Yussuf'un babası ile annesi arasında geçen bir diyalog 11 Eylülden sonra ortaya çıkan paranoyanın aslında çok da kabul edilir olmadığını destekler:

    B:teröristler Amerikalı turisti öldürmüş uzun yoldan geldim.
    A: burada terörist yok ki.

    Oysa tüm bunlar, silahın satıcının dediği gibi üç kilometredeki bir 'şey'i vurup vuramayacağını anlayabilmek gerçekleştirilen bir çocuk oyunuydu! "Çakal vurmaca" oyunu ailenin iki çocuğundan büyüğü olan Ahmet'in ölümüyle son bulmuştur.
    Vurulan Amerikalı kadın ise, dört koldan ilerleyen hikâyenin bir diğer kolundadır. Karısıyla bozuk olan arasını, belki de, egzotik bir tatille düzetmeye ya da kendi deyimiyle sadece "yalnız kalmaya" gelen Richard*karısı Susan'la aralarının düzelmesine vesile olacak olayın bu kadar acı verici bir seyir izleyebileceğini tahmin edemezdi. Karı koca arasındaki bu gerginliği izleyici ikilinin yediği yemekte fark eder; sipariş ettikleri 'kola' ile beraber gelen bardağın içindeki buzların ne tarz bir sudan yapıldığını bilediği için bir hışımla onları yere atan kadın bu "öteki" dünyada olmaktan mutlu görünmemektedir. Ancak ileride başına gelecek olayda iğrendiği insanların tutumlarının 'kendi insanları'ndan ne kadar farklı olduğunu görecektir.
    Fas’ın egzotik çöllerini dolaşmak için otobüsle yola çıkan Amerikalı ve Avrupalı bir grup turist Susan'ın vurulması üzerine, otobüsle beraber oraya en yakın köy olan turist rehberinin köyüne gitmek zorunda kalırlar. gustavo Santaolalla'nın etkileyici müzikleri eşliğinde köydeki "öteki" hayatla karşılaşmalarına tanık olduğumuz turist kafilesi aslında tam da görmek istediklerini görmektedir: çarşaflı kadınlar, belki de ilk kez gördükleri otobüsün arkasından koşan çocuklar, ki biz bu çocukları Türk filmlerinde Almanya'dan gelmiş mahalle zengininin Mercedes'inin arkasından koşarken görürüz, takkeli adamlar ve yokluk; Buna karşılık turist kafilesinin gözlerinde ilgiyle beraber ilgisizlik, acımayla beraber üstten bakma görürüz.
    Richard, karısı Susan'ı rehberin evine taşır ve hemen bir telefon bulmaya giderken kafileden "öteki" olmayan, kendinden olan insanlar tarafından yolu kesilir. Buradan gitmeleri gerektiği, buranın tekin bir yer olmadığı gibi tepkiler alır. Hatta turistlerden biri "neden burada kalmamız gerekiyor ki?" der. Amerikan bireyselciliğine gönderme yapan bu sahnelerde de inarritu!nun filmi üzerine inşa ettiği iletişimsizlik eleştirisi açık bir biçimde görülmektedir. Türklerde sıkça kullanılan ve sadece sözde kalmayıp uygulama sahası da bulan "halden anlama" deyimi Amerikalılarda olmadığından mıdır bilinmez, turist kafilesi yine bildiğini okuyarak iki eksikle köyden kaçarcasına ayrılır.
    Amerikan Konsolosluğu'nu arayan Richard, yerini tarif eder ve yörede zaten bir tane olan ambulansın geleceğinden ümidi kesip, Amerikalıların en yakın zamanda gönderileceğinden adeta emin olduğu helikopteri beklemeye koyulur. Ancak bürokrasi engeline takılan helikopter umdukları kadar erken gelmez.
    Bu bekleyişte karşılaştıkları kendilerinden çok farklı bu dünyanın içine girme şansı bulan Richard ve Susan aslında bu yardımsever insanların hayallerinden farklı olduğunu anlarlar. Helikopter geldikten sonra Richard'ın rehbere verdiği parayı adamın kabul etmemesiyle değişen suratından bunu anlayabiliriz. "Money talkes bullshit walkes" felsefesinin hükmünün bu gizemli(!) topraklarda geçerliliği yoktur.Derken beklenen yine gerçekleşir: 'Amerikan' helikopteri gelir, Susan'ı kurtarır!
    Beş günlük zorlu bekleyişin ardından gelen helikopterle anında bekleme sürecindeki ızdıraplar unutulur ve "Amerika'nın kurtarıcılığı" ön plana çıkıverir. Benzer bir sahneyi Hayat Güzeldir filminden de hatırlamamız mümkündür. Filmin sonunda Yahudi Caşua'yı da Amerikan tankı kurtarmıştır!
    Filmin Susan'ı vuran kurşunun çıktığı tüfeğin sahibinin Japon bir avcı olması nedeni ile Japonya da filme dâhil olur. iç içe geçmiş olaylarla kesişen hayatlar sayesinde film geniş coğrafyalara yayılmıştır: Japonya ve Fas'ın yanı sıra, bakıcı kadın Amelie'nin düğün için gittiği Meksika ve Susanla Richard'ın da memleketleri olan Amerika da filme dâhil olur.
    Filmin Japonya ayağı Yussuf'un ateş ettiği tüfeğin sahibi olan adamdan ziyade bu adamın sağır ve dilsiz kızı üzerine kurgulanmıştır. Film içinde sık sık Japonya'nın Fas'tan sonra verilmesi ile izleyiciye iki ülkeyi karşılaştırma ve yabancılaşmaya tanık olma imkânı veren sahnelerde yabancılaşan sadece ülkeler değil, aynı zamanda özrü dolayısıyla toplumda kendine yer bulamayan ve psikolojik sorunları olan Japon kızdır. Kızın yaşadığı gökdelenin balkonundan aşağı baktığı sahnede modernitenin yalnızlığını yükseklik korkusuyla vermeyi başarmış olan film, yokluğun sadece maddi olmayacağı manevi açlığın açtığı derin yaraların boyutlarının ne denli büyük olabileceğine işaret eder. Bir teknoloji cenneti japonya'nın hareketli, gürültülü, prıltılı dünyasındaki sağır ve dilsiz kız, izleyiciye teknolojiyle katlanarak artık kendine ve yaşadığı gerçeklere yabancılaşma olgusunu perçinler.
    Genç kızın gittiği diskoda çalan şarkıyı duymadan dans etmesi ve o kalabalığın içinde yönetmenin kızın gözlerinden sessiz dünyasına bakması ile yabancılaşma imgesi pekiştirilmektedir.
    Bu kaybolma teması, film içindeki diğer hikâyelerde de işlenmektedir: Amerikalı çiftin tanımadıkları ve tebeden baktıkları bir ülkede kaybolmaları ve Meksikalı bakıcı teyzenin çölde önce çocuklarla beraber kaybolması vb. filmde üst kültür timsali olan amerikalılar ve japon genç kız bir şekilde kendilerini bulurlarken, "öteki"leştirilen faslılar ve Meksikalılar paçayı o kadar kolay yırtamamışlardır. Zira çocukların bakıcılıklarını üstlenmiş olan ve filmde daha çok kırmızı elbisesiyle arz-ı endam eden Meksikalı teyze sınır dışı edilmiştir. Filmdeki bakıcı kadına sınır dışı etme olayında polislerin yaklaşımı da filmin genelinde hâkim olan iletişimsizlik fikrinin eseridir.
    Filmin hikâyelerindeki diğer bir ortaklaşma ise, çocuklarda yaşanır. Amerikalı çiftin çocukları dünyadaki tüm olumsuzluklardan izole edilmiş bir hayat yaşamaktadırlar, gerçek hayatı Meksikalı bakıcılarının oğlunun düğününe geldikleri zaman görürler ancak. Burada bakıcı kadının yeğeninin tavuğu gözlerinin önünde öldürmesiyle suni hayatlarından çıkarak gerçekle, ölümle tanışırlar. Fas'taki çocuklar ise, tam anlamıyla bir yaşam mücadelesi vermektedirler ve oynadıkları tek oyun kollarını açıp esen rüzgâra karşı direnmeleridir. Gerçek hayatta ise, Ahmet bu rüzgâra daha fazla direnememiş ve polislerle çıkan çatışmada öldürülmüştür.
    filmde, "Meksika tehlikeli bir yerdir bakışı" da tiye alınıyor. inarritu filmde Meksikalılara tabiri caizse öcü gözüyle bakılmasını bakıcının yeğeni ve çocuklar arasında geçen şu diyologla eleştirmiştir:

    Y: cennete hoş geldiniz!
    Ç: burası Meksika mı? Annem Meksika'nın çok tehlikeli olduğunu söylerdi.
    Y: evet burada çok Meksikalı var.
    Oysa filmdeki Meksika, yazarın Meksikalı olduğundan mıdır bilinmez, hep cancanlı, şirin hareketli ve 'müzikli'dir.
    Farklı kıtalardan farklı insanları ortak bir alın yazısında buluşturan film, Babil efsanesinde birlikleri bozmak için tüm dünyaya Babil'den dağıtılmış insanları adeta kendisine yeniden çağırmıştır. inurritu, filmin başında yere atıp paramparça ettiği vazonun parçalarını filmin sonunda yapıştırarak Babil Kulesi'ni yeniden inşa etmiştir.
    8 ...
bu entry yorumlara kapalı.
© 2025 uludağ sözlük