sözlük yazarlarından öyküler

entry125 galeri video1
    54.
  1. başlık; (bkz: kayıp özne)

    yine miskinlikle geçen bir günün ardından, uykuya dalmak üzere kendi tabiriyle "mezarına" doğru yol aldı. yatağını kendince mezar olarak tanımlıyordu. kimilerine göre bir rahatlık ve huzur membaı olan bu alet, ona göre bir tembelin sığınağından farklı bir şey değildi. işin gerçeği bunun gibi birçok lüks ve sefa aracından nefret ederdi hatta tiksinirdi. nefret ve tiksinme… ne zaman bir pahalı alete sahip olsa veya lüks bir mekâna adımını atsa bu duygular belirirdi içinde. ne var ki insan mizacı konfora karşı duramıyordu.

    bundan yıllar önce henüz küçük bir çocukken bir aile sohbeti sırasında hacı amcasının ağzından nasıralı nebi' nin şu sözlerini duymuştu; "asıl mutlu açlardır, zira doyacaklar. asıl mutlu çıplaklardır, zira giyinecekler. asıl mutlu zulme uğrayanlardır, zira adalete kavuşacaklar."

    bu sözler aklına geldikten sonra bir yakup kadri edasıyla mırıldanırdı; "biz ki tokuz, biz ki giyinmişiz, biz ki adalet dağıtanlar arasındayız... ruhumuz bin türlü gamla doludur."

    bütün günü miskinlikle geçirmenin yarattığı can sıkıntısı, onun bu düşünceler arasında uyumasına neden oldu. isa nebi' nin her kelimesine hak veriyordu.

    uyumak için gözlerini kapattı. gerçek şu ki yüzünüz hangi yöne dönük olursa olsun, gözleriniz kapalıyken gördüğünüz tek renk siyahtır.

    uyudu, saatlerce uyudu. ardından, hiç ummadığı bir anda kendini manevi bir dünyada buldu. suyun içerisinde dağılan lacivert renkli mürekkebin benzeri bir görüntüye büründü gökyüzü. bulutlar ise suya atılan pamuklardı, zamanla mürekkepli suyu çekip, renkleri koyulaşacaktı.

    karanlığa alışan gözleri bu yeni dünyaya adapte olmakta zorlandı. mamafih bir zaman sonra çevresini daha iyi görmeye başladı. kıyılarında ördeklerin eğleştiği bir gölün tam ortasındaydı. bulutların ardına gizlenen güneşe çapkınlığa tövbe etmiş bir don juan nazarıyla baktı. hayret ki suyun üzerinde, dimdik ayakta duruyordu. çekingen bir adım attı. ne ilginç ki gölün içerine düşüp boğulmamıştı. bir adım daha attı, suyun üzerindeydi hatta suyun üzerinde yürüyordu ama ıslanmıyordu. bu, hoşuna gitmişti.

    yürüdü, kıyıya kadar yürüdü. en sonunda yaban ördeklerinin hemen yanından geçerek, çakıllarla kaplanmış sahile ulaştı. işte o sırada dikkatini çakılların üzerinde duran bir kitap çekti. heyecanla kitabı eline aldı. bu; üzerinde yazarının ismi olmayan, yeşil kapaklı, isimsiz bir kitaptı.

    gogol' ün ölü canlar' ından, shakespeare' in hamlet' inden, dostoyevski' nin
    suç ve ceza' sından, namık kemal‘ in vatan yahut silistre’ sinden, mehmet akif' in safahat' ından ve daha pek çok eserden alıntılar... hepsi de gerçekten ustalıkla yazılmış kült eserlerdi. bütün bu yapıtları imrenerek ve hayranlıkla belki de defalarca kez okumuştu...

    sayfalara hızlı bir şekilde göz attı. birkaç sayfa daha çevirdikten sonra bir sayfada kalakaldı. ne inanılmaz bir şeydi! kitapta kendi ismi de yazıyordu. isminin hemen altından ise bir şiir başlıyordu...

    işte tam da bu anda varlığı, istemli olmaksızın kendini gerçek dünyada buldu. ne yazık ki bütün bunlar hoş bir hayalden ibaretti. üstelik isminin altında yazan şiiri okuyamadan uyanıvermişti.

    ay, nöbeti güneşe devretmeye hazırlanıyordu. toprak da henüz def etmemişti üzerinden gecenin karanlığını, yine de gündüze ulaşacak olmanın sevinciyle heyecanlanıyordu. yaban otlarının arasından bir gül; güneşin doğup da yüzüne güleceği an için sabırsızlanıyor, güneşe güzel görünebilmek için hazırlanıyor, süsleniyordu. komşu bahçelerin birinden, cengâver bir horozun boğuk sesi işitiliyordu. mahalle camisinin ince sesli müezzini, insanları ibadete çağırıyordu.

    güneş tam manasıyla kendini belli edip gökyüzünü ışığıyla kaplayana kadar, yatağından doğrulmadı. hareket dahi etmeden, gözlerini tavana doğru dikip öylece bekledi. tavandaki beyaz badana uzun zamandır yinelenmemişti, yer yer küf izleri ile kaplanmıştı. o, bazı günler -bugün de olduğu gibi- gözlerini tavana doğru diker, küf izlerinden çeşitli nesneler, suretler tahayyül ederdi. bugün ise bu hayali siluetler, onun dikkatini çekmeyi başaramadı. biraz önce gördüğü rüyanın etkisinde kalmıştı.

    hareketsiz durduğu uzun dakikalar boyunca düşündü. rüyasında gördüklerine bir anlam yüklemeye çalıştı. nasıl oluyordu da değersiz ismi, bütün o görkemli yazarların isimleriyle bir arada geçiyordu? onu shakespeare' le, gogol' le, dostoyevski’ yle, namık kemal ve mehmet akif' le yakın tutan şey neydi?

    bir müddet bu sorulara kendince cevaplar aradı, bir takım fikir yürütmelerde bulundu; shakespeare, eserlerinde erdemliliği övmüştü. gogol, adaletin yüceliğini anlatmıştı. dostoyevski, gururu resmetmişti kalbimize, namık kemal; hürriyet ve vatan sevgisini, mehmet akif ise azmi, cesareti ve inancı aşılamıştı bedenimize...

    işte o an bu değerli insanlara bir kat daha fazla saygı duydu. kahramanlığı övenlere, adaleti isteyenlere, muhtaçlara yardım edenlere... nasıl saygı duyamazdı ki? kararını verdi, o da onlar gibi olacaktı. masumu zalime karşı savunacak, cehalete karşı cephe alacak, geceyi gündüze ulaştıracaktı.

    sonra bir burukluk musallat oldu kalbine. istemeden de olsa, aklına chuck palaihnuck' un o meşhur romanı fight club' tan bir tirat geldi. suratında pinekleyen tebessüm yerini kaygı duyan bir ifadeye bıraktı. belki de bütün bunlar basit bir ilk gençlik ihtirasından başka bir şey değildi. kim bilebilir belki o da günün birinde mevzubahis romanın başkarakterine özenip bir süper kahraman olamayacağını anlayan tyler durden misali isyan edecekti...

    canı sıkılmıştı. buna rağmen üzüntüsü uzun sürmedi, müsterih oldu. netice itibarı ile yapması gereken bir işi vardı. yıllardır görmediği kuzeni, bugün istanbul' a gelecekti. ona ise kuzenini otogarda karşılama görevi verilmişti. yatağından doğruldu, duvarda asılı duran dedesinden kalma antika duvar saatine baktı. ayağa kalkıp, hazırlanmaya başladı. özenle giyindi ve süslendi. en sonunda tastamam hazır olmuştu.

    kuzenini karşılamak üzere yola çıktı. yarım saate yakın bir süre sonra otogara vardı. zaman kaybetmeden kuzeninin yolculuk ettiği seyahat firmasının yazıhanesine gidip, kuzeninin ne kadar bir süre sonra otogara varacağını öğrendi. aceleci davranıp, kuzeninden yarım saat önce gelmişti.

    sonrasında, kahvaltı yapmadığını hatırlayıp, yakınlardaki bir ekmek fırınından poğaça ve simit aldı. yazıhanenin önündeki boş banka doğru yürüdü. bir nebze olsun açlığını giderip, kuzenini beklemeye koyuldu. oturduğu yerden hem yazıhanenin içerisini hem de otobüslerin park edip, yolcu indirdikleri yeri görebiliyordu. park eden her otobüsün içerisinden sürü sürü insanlar iniyor ve bu insanlar derhal otobüsün bir yanında toplanıp, otobüsün genç muavininden kendilerine ait valizleri, çuvalları ve kolileri alıyorlardı. bazı yolcuları karşılamak üzere heyecanlı insanlar bekliyor, bekledikleri yolcu otobüsten indiği zaman bir sevinç gösterisi başlıyor, hasret çekenler birbirlerine sarılıyordu. otobüslerin içerisinden buram buram memleket kokusu geliyor, insanlar birbirlerine hediye olarak valizler dolusu sevgi getiriyordu.

    o, bütün bu manzaraları seyrederken, yazıhaneden içeri kolu sargıya alınmış bir ihtiyar girdi. bol pantolonu, kırışmış gömleği ve yamalı ceketiyle bu ihtiyar, bir dilenciydi. dilenci, yazıhanenin kapısında belirir belirmez seyahat firmasının görevlilerinden biri, ayağa kalkıp ihtiyarı gerisin geriye dışarıya gönderdi. ihtiyar bu duruma alışkın olmalıydı ki ardına bile bakmadan yoluna devam etti.

    bütün bunları oturduğu yerden dikkatle izledi. hakikat o ki ihtiyara karşı içinde bir anlık bir muhabbet meydana geldi. ayağa kalktı, cüzdanından on liralık bir banknot seçti. ihtiyarın ardından telaşla bağırdı;

    "beyefendi, paranızı düşürdünüz!"

    ihtiyar, bu haykırışa kulak asmadı, "beyefendi" hitabını üzerine alınmadığı aşikârdı. bunun üzerine bir hızla soluğu ihtiyarın yanında aldı. biraz önceki haykırışını biraz daha sakin bir şekilde yineledi. banknotu ihtiyarın eline tutuşturdu. bütün bunları, ihtiyarın gözlerinin içine bakarak yaptı. sonrasında, biraz evvel oturduğu banka doğru yürüdü. yürüdüğü mesafe boyunca ihtiyarın bakışlarını üzerinde hissetti. yaptığı işten dolayı mutluluk duydu, tekrardan yerine oturdu.

    kuzeni kadir, istanbul' a ilk defa geliyordu. üniversiteyi istanbul' da okuyacak, bir yurtta kalacaktı. o, uzun süredir kadir ile görüşememişti. kadir, belki de çok değişmişti, bunu bilemezdi. işin gerçeği, onu göreceği zaman tanıyabileceğinden bile şüphe ediyordu. bir müddet sonra, biraz önce ihtiyarla konuştuğu yöne doğru baktı. dilenci, çoktan gitmişti.

    kuzenini beklerken sabah gördüğü o hoş rüya aklına geldi, keyiflendi. bu rüya, onun küçüklüğünden beri benliğinde bastırmış olduğu şiir aşkını alevlendirmişti. o, iyi bir şair olmalıydı. iyi bir şair ise kendini ilmiyle, cesaretiyle ve sağlam karakteriyle belli ederdi. şu halde, o da iyi bir insan olmalıydı; zalime karşı duran, güçsüzü savunan, fakire yardım eden...

    o, bu düşüncelere dalmışken kuzeni kadir, otogarda başıboş bir şekilde elindeki çek çekli valiziyle kendisini karşılamaya gelen kuzenini arıyordu. bir müddet dolandıktan sonra yazıhanenin önünde beklemeye karar verdi. kadir yazıhaneye vardığında, kuzeni halen daha dalgın bir şekilde sabah gördüğü rüyayı düşünüyordu. kadir, otogarın içindeki başıboş seyahatinin verdiği yorgunlukla ilk müsait gördüğü yere, nasıl bir tesadüftür ki kuzeninin oturduğu bankın yanındaki banka oturdu.

    bir müddet kadir' in geldiğini fark etmedi fakat sonra rüyanın etkisinden kurtulup da etrafına bakınmaya başladı. kuzeni kadir' i ilk gördüğü anda tanıdı. kadir adeta hiç değişmemişti. halen daha o tombul yanaklı, parlak çocuktu. derhal kadir' in yanına gidip, kendini tanıttı.

    kadir ise biraz önce çektiği çile sebebiyle şakayla karışık sitem etti ve ardından kuzeninin çok değişmiş olduğundan ve onu tanıyamadığından bahsetti.

    o ise kadir' e cevap olarak zamanın herkesi değiştirdiğini söyledi, yüzündeki tebessümle. bu ilk yüz yüze gelme seremonisinin ardından bir süre daha hasbıhal ettiler. bu kısa ayaküstü sohbet sırasında farkına vardılar ki ikisi de gerçekten çok acıkmıştı. bir lokantaya gidip karınlarını doyurmaya karar verdiler.

    gidecekleri lokanta onun için tanıdık bir yerdi. bir zamanlar orada çalışıyordu, ardından daha iyi bir iş bulduğu için oradan ayrılmış ve sonrasında bugüne gelince, işsiz kalmıştı. işin gerçeği halinden memnundu ve artık çalışması da gerekmiyordu.

    yürüdükleri yol boyunca kadir' in gideceği üniversite hakkında konuştular. iyi bir bölüm kazandığı için kadir' i tebrik etti. pek kısa bir süre içinde lokantaya vardılar.

    lokantanın isminin yazılı olduğu tabelayı gördüğü an bazı hatıralar, gözünde canlandı. burada aylarca çalışmıştı. nedendir bilinmez, uzun zamandır buraya gelmiyordu. ardına kadar açık olan cam kapıdan geçtiler ve seçtikleri bir masaya oturdular. beyaz gömlekli bir çocuk elindeki sarı temizlik beziyle masayı sildi. çocuğun hemen ardından gelen garsona siparişlerini verdiler.

    hem garson hem de masayı silen çocuk, onun tanışık olmadığı yüzlere sahiplerdi. siparişlerini beklerken bir yandan kadir' le sohbet ediyor bir yandan da tanıdık çehreler arıyordu. ne var ki artık burada onun çalıştığı zamanlardan kimse kalmamıştı. bu tip işletmelerde eleman değişikliği sıkça rastlanan bir durumdur, işe girip çıkan elemanların haddi hesabı yoktur. bu yüzden şaşırmadı. bir müddet sonra masayı silen çocuk elinde getirdiği çatal, bıçak ve kaşıkla masanın yanında belirdi. uzun siyah saçlarından ter damlıyordu, çok yorulmuş olduğu belliydi. masaya servis açtı. bu, siparişlerin çok kısa bir süre sonra masaya servis edileceğinin alametiydi. anlaşılan o ki çocuk, bu işe yeni alınmıştı. bunu çatal, bıçak ve kaşığı masaya yanlış dizmesinden anladı.

    çocuğun yorgun halini gördükten sonra kendi çalıştığı zamanları bir kez daha hatırladı. o da aynı bu çocuk gibi bütün gün boyunca çalışır ve yorulurdu. çocuk tam sırtını dönüp gitmek üzereydi ki çocuğa önce ismini, sorusuna cevap aldıktan sonra da burada ne kadar zamandır çalışıyor olduğunu sordu. yanılmamıştı, çocuk bu işe yeni başlamıştı.

    biraz önce siparişlerini verdikleri garson, elindeki tepsinin içindeki yemekle dolu tabakları kuzenlerin masasına servis etti. kuzenler bir yandan açlıklarını bir yandan da birbirlerine olan özlemlerini giderdiler. yemek sırasında pek çok konu hakkında konuştular. konu son yıllarda artan ülkelerarası gerginlik ve savaşlara gelince bilinçsizce ama içinden gelen bir konuşmaya başladı;

    "bak kadir, eskiden insanlar ellerini vicdanlarına koyarlarmış. davalarda adaleti gözetirlermiş, ülkelerine adaletle hükmederlermiş. geçmişimizdeki sultan süleyman mesela, nam-ı diğer muhibbî... sonraları insanlar ellerini alınlarına koymaya başlamışlar, yanlış anlama hasta oldukları için değil, hem asker selamı diye de bir şey var değil mi? örneğin mustafa kemal... günümüzde ise insanlar ellerini göbeklerine koyuyorlar... herkes göbeğini büyütmenin derdinde! örnek vermeme gerek yok sanırım, zaten sen de görüyorsun her gün..."

    sözlerini bitirdikten sonra yan masada oturan yaşlı bayanların gülüşmelerini duydu. sözlerinin beğenilmesi hoşuna gitmişti. sözlerini kendisi de beğendi, ileride bir gün herhangi bir yazısında kullanmaya karar verdi.

    işin gerçeği, bir cümleye başlarken, cümleyi nasıl bitireceğini düşünmezdi. cümlesinin en kırılgan bir noktasında sözüne çok kısa bir es verip, derin bir nefes alır ve cümlesine devam ederdi. bunu bir alışkanlık olarak edinmişti. o, platon' un kelimeler ile ilgili teorisine destek veriyor hatta kurduğu cümleleri bu teorinin ispatı olarak görüyordu. onlara göre, bir cümleye başlarken etraflıca düşünmeye gerek yoktu. kelimeler, bir şekilde hükmederdi zaten dile.

    çocuk, kuzenlerin önlerinde pinekleyen boş tabakları almak üzere geri geldi. mühim bir haber yakalamak telaşında olan muhabirlere benzer bir tavırla, çocuktan çalışmanın nasıl bir duygu olduğunu söylemesini istedi. çocuk, buna cevap olarak geceleri rahat uyuyabildiğinden bahsetti. ardından, bir müşterinin ona seslenmesi üzerine yeni görevlere atanmış bir asker edasıyla işine devam etti.

    bunun üzerine, isa peygamber' in sözüne kendince bir eklemede bulundu; "asıl mutlu yorgun düşenlerdir, zira dinlenecekler!"

    çocuğun bu bir tek cümlesi, onun ruhundaki kabuk bağlamış olan bir yaraya dokunmuştu. geçmişini hatırladı, sabahları erkenden işe gidiyor, bütün gün çalışıyor, koşuşturuyor, yoruluyordu. gece evine dönerken, yol üzerinde gördüğü mesut insanları kıskanıyordu. bir yaz gecesinde, sevdikleriyle beraber sahil şeridinde yürümenin ne denli büyük bir lütuf olduğunu herkesten çok o biliyor, ne var ki bu zevki tatmaya fırsat bulamıyordu. ancak yine de o yorucu günlerin gecelerinde uykusundan tarifsiz bir lezzet alıyordu. gerçek şu ki vicdan rahatlığı pek büyük bir nimettir.

    bütün bunlar hatırına geldikten sonra, şimdiki miskin günlerinin rezillikten ibaret olduğunu düşündü. bulunduğu lüks lokantadan tiksindi. yüreği; kendine karşı acımayla süslenmiş bir nefret duygusuyla doldu.

    masanın üzerine ücreti ve bahşişi bırakıp lokantayı terk ettiler. kadir' i dinlermiş gibi yapıyor, gerçekte ise kendi miskinliğine lanet okuyarak, etrafını boş vermiş bir şekilde yürüyordu.

    hiçbir şey, rüyasında gördüğü gibi olmayacaktı hiçbir zaman... onun ismi, o değerli yazarların isimlerinin yanında geçmeyi bile hak etmiyordu.

    dalgın dalgın yürüdüğü bu dakikada, bir çarpışma onun önce sendelemesine sonra da kendine gelmesine yol açtı. bir şarap şişesinin yerde yuvarlandığını gördü. kafasını kaldırıp, çarpıştığı kişiye baktı. bol pantolonu ve yamalı ceketiyle bu birkaç saat önce otogarda gördüğü ihtiyar dilenciydi.

    şaşkınlıkla bir an kadar kıpırdayamadan yerinde durdu. sonrasında kadir' in kolundan çekiştirmesiyle hızlı adımlarla oradan ayrıldı.

    bu sahtekâr adama kendi isteğiyle kandığı için kendinden utandı. ne kadar saf olduğunu anladı. adaleti dağıtanların mesleklerinde isabetli kararlar vermeleri gerektiğini hatırlayıp, bu meziyetin kendisinde olmadığına karar verdi. üzülmüştü, oysaki o herkesin iyiliğini istiyordu. bu zamanda kimi kimden koruyabilirdi ki? her insan bir diğerinin menfaatçisi olmuştu!

    yazarların ve şairlerin eserlerinde uzun uzun anlattıkları erdemli ve ideal insan, ne yazıktır ki günümüzde kalmamıştı...

    dilenci, yere düşen şarap şişesini yerden almaya çalışırken biraz önce çarpıştığı adamdan, bir el marifetiyle çaldığı cüzdanı yere düşürdü. o sırada, tesadüfen caddede bulunanlardan hem çarpışma anına hem de dilencinin cüzdanı yere düşürmesine şahit olan bir genç, vaziyeti anladı. tehlikesine aldırmadan, dilencinin üzerine atıldı. ufak çaplı bir boğuşmadan sonra cüzdanı ele geçirip kuzenlerin yürüdüğü yolu takip etmeye başladı;

    "beyefendi! durun, cüzdanınızı düşürdünüz!”
    0 ...