böyle bir insan tanıdım ben. uzun yıllardır tanıyorum. mesleği de memurluk. idealine ulaştı yani.
bir köy okulunda başlamış bu hayalperestliği. orta anadolu'nun bir köyünün derme çatma, ahırdan bozma bir okulunda. bir sınıfta 20 kişilermiş ama sıralar yetmiyormuş hiçbirine, ilkokul 1, 2 ve 3ler aynı sınıfta ders yapmak zorunda olunca. bir tarafta ali ata bak öğrenilirken, diğer tarafta araç a şehrinden b şehrine doğru yola çıkıyormuş. ne ali'yi ne de aracı tam olarak kavrayamamışlar onlara öğretildiği anda. düşe kalka mezun olmuşlar ilkokuldan, orta okulun farklı olacağına dair hayallerini de kağıttan kayık yapıp yüzdürmüşler, okulun kenarından geçen minik derede; ortaokula başladıkları gün.
yine çoklu sınıflar, yine sefalet, yine okuduğunu ya da anlatılanı anlayamama. salak değillermiş de kalabalıkta ne anlayacaklar.
bu arada aile tarımla uğraşıyor tabi. buğday tarlası ve arpa tarlası arasında koşuşturararak geçmiş tüm çocuklukları. bir bakmışlar ki zaman geçmiş, kocaman adam olmuşlar.
liseye gelince durum biraz daha değişmiş tabi. merkezde bir okula gitmek ile bir köy okuluna gitmek arasındaki dağlar kadar farkı, kendi cüsselerine göre bir dağ ebatında olan minik tepeleri aşarken anlamışlar okul yollarında. ama mutlulularmış.
hikayenin kahramanının babası yıllar yılı devlet memnurluğunu anlatmış utanmadan sıkılmadan.
'' devlet kapısı altın anahtar gibidir. her kapıya açılır.''
'' devlet büyük nimettir, alkına sahip çıkar.''
'' bu hökümet çok hayırlı deyirler, memurlara zam da yapacağımış.''
'' memur olmayacağan da neyolacaan? anarşik mi kesilecen başımıza?''
'' memur olursan hayatın gurtulur, sikortan olur, hastalıkta sırtın yere gelmez a ahmet, akıllı ol oglum.''
yıllar yılı babasının telkinleri ile büyüen ahmet de daha büyüğünü hayal edememiş. babasının sözünden çıkmamış. devlet memuru olmuş; bir de yandaki köyden selvinaz ile evlendirmişler tamam olmuş.
hayatları yolunda, iki de çocukları olmuş. olmuş da...
bir gün ahmet bir iş arkadaşı ile beraber, dertten mi keyiften mi bilinmez bir meyhaneye gitmiş. orada içip sohbet ederlerken, eski bir arkadaşına rastlamış. arkadaşı klarnet alarak para kazanıyormuş. selamlaşıp sohbet etmeye başladıktan takribi bir saat sonra konu klarnete gelmiş.
'' bu da bizim ekmek teknemiz işte..'' demiş arkadaşı, ''senin gibi devlet adamı olamadık ki! ahh kafam ahh, keşke okuyaydım.''
'' zor mudur bunu çalmak? nasıl öğrendin?'' deyip başlamış ahmet sorularına ve sohbetin ilerleyen saatlerinde almış klarneti eline, deneme amaçlı. bir iki detone ses, bir kaç yanlış nota sonrası güzel güzel çalmaya başlamış, ne nota ne de herhangi başka bir bilgisi olmamasına rağmen.
tuşlara bastıkça ruhu dökülmüş klarnetten, ses yerine. çaldıkça heyecanlanmış, heyecanlandıkça huzur bulmuş, huzur buldukça çalmak istemiş. neden bunu daha önce denemediğini defalarca sormuş kendine, ve neden daha önce ona böyle bir fırsat tanımadığı için tanrı'ya bile kızmış.
belki erken yaşta klarnet ile tanışsaymış, çok iyi bir performer olabilirmiş; ama ne yapsın hayal gücü sadece etrafındaki imkanlar ile sınırlıymış. o yaşlarda, o şatlarda olabileceği en iyi şey devlet memuru, o da olmazsa tarlada ırgatlık olabilirmiş. sınırlı
sayıdaki hayallerinin arasına klarneti nasıl sokabilirmiş ki. bu tadını hiç bilmediği, ve asla görmediği bir yemeği canının istemesi kadar uzakmış ona.
ahmet devlet memuru olmasın da ne yapsın? başka şansı mı varmış?