nice günahlar vardır insanın kendinden bile sakladığı. hatırlamak istemediği olmadık zamanlarda hep ortaya çıkan. masaya şakk diye masaya vurulan o bildiğimiz devasa organ gibi zihnin tam ortasında şimşek gibi çakan... işte böyle anlarda kaçmak çözüm değildir. sen kaçtıkça üstüne gelir. şuh bir dev gölge arkandan koşar ve önüne geçer kocaman kocaman. uzun bir duvarın önüne geldiğinde, gölge ayağa kalkar, önünde durur. ondan kaçamazsın ve olduğun yerde kalakalırsın..
hep bamyalarla idare etmiş, facebooklardan çıkmayan şehirli bir kızın gerçekle tanıştığı o anlardan biridir işte bu an. hayatı ve erkekleri sorguladığı, bi an tiksinti bile duyduğu, sahteliklerden ve zorlamayla seviştiği o küçük penisli erkekleri yüzünü buruşturarak hatırladığı.
oysa şimdi, kendinden kaçtığı yolculuğunda, hiç bilmediği tali yola saptığı, arabasını sağ tarafa çektiği bu yerde, geniş bir vadinin tam üstünde, gürül gürül akan nehrin hemen yanında, siyah bir aygır ve onun parlayan kocaman ışın kılıcı duruyor tam gözlerinin önünde. ama birazdan kayboluyor açık kahve benekli kısrağının içinde...şaha kalkarak, dişleriyle arkasına abanarak, acı dolu ve zevk dolu kişnemeler kayalıklardan yankılanıyor...
çalılıkların arkasında, zümrüt yeşili gözleriyle, ekin sarısı lapiska saçlı güzel şehirli dilberin düşünceleri dudaklarından dökülüyor:
+ offf bu ne yaaa! müthiş...hımm. kim var orda?
- korkmayın bayan! ben bu dağların çobanı. 6 aydır kadın yüzü görmedim. ahahahahahah.
+ hımm...hadi gel!